8 Kasım 2012 Perşembe

anti-stress palavrası

normalde dert dinlemeyi sevmem, hatta prensip olarak çok çok yakınım olmayan insanların problemleriyle ilgilenmem bile ama bu seferlik küçük bi müstesna tanıyorum bu mevzuya. pasajdan komşumuzun annesi meme kanseri olabilir ve kız aşırı derecede üzgün. normal olarak tabi. seda'yı öyle üzgün, mutsuz gördüğüm zaman otomatikman üzülür oldum. henüz durumun ne olduğunu anlamak için tahliller yapılıyor ama ben de bi yandan seda'ya moral vermeye çalışıyorum, bi yandan da onu en kötü sonuç ihtimaline hazırlamaya çalışıyorum. hayat garip, kimin başına ne zaman ne gelecek belli değil. yarın sabah uyanıp uyanmayacağımızdan ya da uyandığımızda hayatımızın bir anda fazlasıyla değişip değişmeyeceğinden emin olmadığımız bir hayattan çok fazla şey bekler, kendimizi çok fazla sıkınıya sokar olduk. modern çağın kalıtsal hastalığı bu aslında; stres.
fazlasıyla bulaşıcı olan bu sendromu atlatmanın pek mümkünü yok açıkçası. sülalem raad diyemiyorsan, vurdumduymaz değilsen -ki bence vurdumduymazlığın da bir sınırı olmalı, zirvesinde olanlarla da hayat çekilmez-, en küçük şeyleri bile kafana takıp günlerce uyuyamıyorsan, sinirden tırnaklarını yiyor veya kopartıyorsan, takıntıların varsa, kuruntuların varsa tebrikler, modern çağın en büyük hastalıklarından birine yakalanmışsın demektir.
zaten bunu da kâra çevirmek isteyen firmaların anti-stress şampuanları, duş jelleri, kremleri, ayak bakım kremleri vs. mevcut piyasada. ancak ben hiç kullandığım krem sayesinde stresten kurtulduğumu hatırlamıyorum. ha girersin sıcak bi duş alırsın, güzel kokan bi duş jeli kullanırsın, rahatlarsın buna kafam basar. ama hiç sürünce beni rahatlatan krem görmedim, üzerinde "yeminle bak stresten arındırır, Allah çarpsın ki doğru söylüyom" yazsa bile inanmam açıkçası. sırf üzerinde anti-stress yazıyor diye kerameti 3 lira olan şeyi 7 liraya kakalamaya çalışıyorlar işte. biz de saf saf inanıp rahatlamak için alıyoruz.
bi de reklam var şimdi, hani kadın mutfakta iş yaparken söyleniyor kocasına, kocası o esnada maç izliyor, sonra salona gidip halının üstüne basınca kadın bildiğin jelibon kıvamında bi insan oluyor ya, ben o halının kerametine inanmadığım gibi reklamı saçmalıkta dünya markası, markayı da dolandırıcı ve yalancı olarak görüyorum. ama hangi firmanın reklamıydı cidden bilmiyorum. ama yani inanmayalım bunlara canlar ya, bi halı insanı ne kadar rahatlatabilir ki? ama desen ki pufidik pufidik bi yatağa yatıcan, hava yağmurlu olucak, sabahı bırak isterse öğlen olsun alarm çalmiycak, canın istediği kadar yatıcan, ha bak insanı cidden rahatlatır bana işte bunlarla gelsinler.

31 Ekim 2012 Çarşamba

gülsem mi? ağlasam mı?

eve grip için yığdığım ilaçlara, çaylara rağmen grip olmayı itina ile başardım sanırım. sabah kalktığımda bademciklerim resmen kendi başlarına imparatorluk ilan etmişlerdi ve ben sesimin boğuk boğuk çıkmasına rağmen gidip saatlerce insanlara laf anlatmak, kısaca çalışmak zorundaydım. hayat çok acı lan. bazen neden sabancı ailesiyle uzaktan ya da yakından herhangi bir akrabalık bağımız yok diye kederleniyorum.
geçen gün aktardan, hiç firma ismi vermemezlik yapmiycam, bursa gümüşçeken caddesinde aktaryumdan aldığım bitki çayı geldi şimdi aklıma gripten bahsedince. tadı da rengi de şahane bu çayın bakın. rengi böyle vişne rengi gibi, tadı içine bol limon ve yeşil elma da koyup kaynatınca ekşimsi şahane bişey. aslında bu karışıma rengini veren mekke gülü adındaki bitki. daha doğrusu, gül yaprakları. dün değil önceki gün aldım, ailecek grip olduğumuz için akşamları bu çaydan içiyoruz hep beraber.
insanlığın henüz ölmediğini fark ettim bugün. sürekli alışveriş yaptığım eczaneye gitmiştim, yaşlı bi kadının eczanede çalışan abiden ağrı kesici ilaç istediğini ve parasını ödeyemeyeceğini, maddi imkanının olmadığını duydum. durdum izledim kadınla abinin konuşmasını, sonra baktım bizim eczane teknisyeni abi çıkartıp en iyi ağrı kesicilerden bir kutu verdi teyzeye. gerçi hani "ben yapardım" demiş olmak için demiyorum, eczane teknisyeni vermese ben alırdım ilaç kadıncağıza. sağlık abi bu, hani lüks bişey değil. ihtiyaç yani. açıkçası, gidip kutusu 2 lira olan ve işe yaramayan bi ilaç vermemesi de gülümsetti. iyiler ölmemiş diyor insan bazen.
son olarak ta bir insanlık ayıbından bahsetmek istiyorum. iki gün önce beyin kanaması geçirip yoğun bakımda bir hafta yattıktan sonra vefat eden bir yakınımızın, hastanede otopsi yapıldıktan sonra, parçalara ayrıldığı için ÇÖP POŞETİne koyularak çocuklarına teslim edildiğini öğrendim. hastanede otopsi için yakınlarından izin alınması gerekiyor mu bilmiyorum açıkçası. ama otopsi yapılması için şüpheli bir ölüm olması gerektiğini düşünüyorum ki beyin kanamasından sonra vefat etti kadın. çöp poşetinde teslim etmek nedir allasen? insanlar, evcil hayvanları öldükten sonra hayvanlarının ölüsünü gömüyor. hiçbir insan öldükten sonra gereksiz yere parçalanmayı, uzuvlarının çöp poşetine konulmasını hak etmez bence. hiçbir insan, yakınını kaybettiğinde böyle bir durumla karşılaşmak istemez. bunu yapan da, bursa'nın devlet hastanelerinden biri. ilginç. gülsem mi, ağlasam mı bilemedim ben.
ne diyelim, Allah ıslah etsin.

18 Ekim 2012 Perşembe

kısa bir not

bu sabah onur gökşen'in hiç tweet yazmadığını fark edince twitter sayfasına baktım. ara vermiş, neden ara verdiğini açıklayan bir tumblr bağlantısı eklemiş sadece. onu okumayı seven biri denk gelirse http://onurgoksen.tumblr.com/post/33794916553 bağlantısı tam şurada, dikkatlice okuyabilir.
diyor ki onur abi, isimlerden bahsetmek istemiyorum ancak bilenler bilir, bu son linç olayı öfkelendirdi, yordu, üzdü, ara veriyorum. kendisi twitter'ın sivri dilli abisi. açıkçası, bu ülkede onun gibi düşünmeyen insanlar da çoğunlukta. ve onur abi yeri geldi bizim büyük koyun sürümüze küfretti, yeri geldi onlarla dalga geçti, yeri geldi bizler gibi sosyal medyayı sadece eğlenmek için kullandı. açık ve net söylemem gerekirse, twitter sayfasını açtığınızda yazdıkları ya tamamen size hitap ediyordur, ya da etmiyordur. arası çok nadir.
bir insanın düşündüğü şeyi benimseyemiyorsanız onu okumak, dinlemek zorunda olmadığınız bir mecra sosyal medya. size ulaşmasını, yazılarının zaman akışına düşmesini tamamen engelleyebileceğiniz bir platform. bu yüzden, sadece sizinle aynı şeyi düşünmüyor diye kimseye hakaret etme, mahalleden arkadaşlarınızı toplar gibi birkaç takipçi toplayıp linç girişiminde bulunma gibi bir hakkınız yok. kendinize ne kadar değer veriyorsanız o insan da o kadar değerli. hiç kimseden çok çok üstün değilsiniz. yani aslında demem o ki, onur abi gibi işinize gelmeyeni açıkça ifade edebilen birinden daha üstün değilsiniz, çirkin ifadelerinizle onu rahatsız etmek gibi bir lüksünüz yok.
ancak görüyoruz ki, insanlar henüz kendi düşündüğünü doğruca ifade edebilen birilerini hazmedemeyecek kadar çiğler. basitlikten öte değil onur abi'nin twitter'a ara vermesine sebep olan zavallıların davranışı. ben bekliyorum, onu okumayı seven ona değer veren benim gibi çok insan daha bekliyordur onur abi'nin öfkesinin yatışmasını, üçüncü kitabının bitmesini ve aramıza dönmesini. birileri saçmaladı diye onur gökşen yazmayı bırakmaz bayanlar baylar. siz istemiyorsanız okumayıverin bi zahmet.
sevgilerimle...

14 Ekim 2012 Pazar

kısa bir ara

yazı yazmayalı aylar oldu. açıkçası içimden tek satır da yazmak gelmedi. 140 karakterlik tweetler atmaya bile üşeniyorum. ciddi anlamda zor geliyor yani. sevgilime attığım mesajları falan saymazsak tabi, genel anlamda yazmaya üşeniyorum. neden yazı yazma gereği duyduğumu falan sorgulamaya başladım. sonra, yazarken rahatladığımı hatırladım. benim hayatımda bu işe yarıyordu yazı yazmak, sonradan toparladım durumu.
hayatımda değişiklik yok, aynı iş aynı hayat işte. tek heyecanım sevgilimin bursaya beni görmeye geldiği zamanlar. tek beklentim onun gelmesi. bi de kardeşimin askerliği var, yakında gidicek. kaygılar, merak, şimdiden özlemek gibi çok fazla duygu var içimde bu durum karşısında. bir an önce yapıp gelsin askerliğini. zaman çabuk geçsin, bence bunun için hepimiz dua edelim.
bu gece Felix stratosferden dünyaya atladı. ben olsam atlamazdım, atlayamazdım zaten. o kadar yükseğe çıkmayı gözüm kesmezdi. korkarım lan, elin adamı nasıl süzüldü 5 dakkada dünyaya. bi de şimdi sevgilime ben de 11'de uyandım dedim gülücüklü, o da bana dil çıkarmış. iki dakka duygusal bağ kurayım dedim adam dil çıkarıyo. sonra vay efendim sen hiç romantik değilsin hatun bıdıbıdısı. haksızlık bence.
çok canım sıkılıyor her zamanki gibi. eskiden beni eğlendiren insanlar da eğlendiremiyor beni. kalıplaşmış esprilerden falan çok sıkıldım. mümkünse hiç kimse bir süre espri falan yapmasın. sonra gülmeyince, vay efendim sen suratsız mısın oluyor. suratsızım diyelim, napıcan lan var mı bi çaren. konuşma boş boş karşımda.
bu aralar film izlemeye başladım. daha doğrusu ortalama on günde bir film izliyorum artık. eskiden tvde denk gelmezse hiç film izlemezdim ben. güzel bi'şeymiş. mesela geçenlerde The Artist filmini izledim. tamam olm biliyorum film çekileli, sen izleyeli yıl oldu, tamam kabul ediyorum yıllar önce açılan mekanı yeni keşfedip bi de üstüne yeni açıldı zannedip eşine dostuna hevesle tavsiye eden o değişik insanım şu an, ama bi dinle. Artist filmi çok iyiydi lan. sessiz film izlerken hiç bu kadar keyif alacağımı tahmin etmezdim. çok güzeldi. hem kafam dinlendi gereksiz ses olmadığı için, hem eğlendim güldüm, hem de ağladım böyle ara ara. George Valentin eğer gerçek biri olsaydı alıp eve götürüp bakabilirdim ona, o derecede sevdim ben o karakteri. izlemeyeniniz varsa izleyin, mutlaka izlettirin bence.
uzun süre sonra yazdığım ilk yazı aracılığıyla diyorum ki, cümle kurabilen herkesi çok seviyorum. bi insanın iki satırını okumak onun hayatına dokunmak gibidir. her ne kadar kurgu yazan birini bile okusan, onun hayatından küçük bi parça vardır orda, onu hisset. ancak başkalarının hayatına dokunabildiğinde insan olabiliyoruz biz iki ayaklı düşünebilen canlılar. başkalarının hayatlarının farkında olmadığımız zaman bencilleşiyoruz. bencil olma, oldurma. haydin iyi geceler.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

insan olabilmek küçük bir ayrıntıdır

bence bizim milletin temel sorunu çok yüksek egoya sahip insanlardan oluşuyor olması. çünkü, kendinden daha sessiz gördüğü kişiyi ezmeye çalışan bu kadar çok insanın başka bir açıklaması olamaz. bazen insanları izlerken "nereye gidiyoruz biz?" sorusunun cevabını bulmakla çok meşgul oluyorum. ilginç geliyor insanların tavırları, konuşmaları. eğer varsa parasıyla, parası yoksa ukalalığıyla egosunu tatmin etme peşinde bizim insanlarımız. yalanlar söylüyorlar, yalan olduğunu bariz bir şekilde anlıyorum, yalancısın diyemiyorum, kimsenin yüzüne karşı yalancısın sen kötü bi insansın diyemem, gülüp geçiyorum. ağzımda acı bi tad bırakıyor onlarla yaptığım sohbet. sıkılıyorum, evet en önemlisi böyle insanlarla diyalog halinde olmaktan sıkılıyorum.
bakıyorum bazılarına, başkalarının kendisini ezişinin acısını küçücük çocuklardan yahut da kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan insanlardan çıkartıyorlar. bakıyorum bazılarına, etraflarındaki herkesle sidik yarışı halindeler, gerek yok. yorucu olsa gerek, kendisini sürekli ispat etme çabasında yaşamak. ben yorulurum, bunalırım, anlayamadığım bir psikoloji açıkçası.
hayat dediğimiz şey bu mu sahiden? insan doğar, büyür, egosunu tatmin eder, o arada ürer ve ölür mü? sıkıcı değil mi böylesi? ne bileyim, millete ne benim hayatımdan, bildiklerimden bilmediklerimden, eksikliklerimden fazlalıklarımdan. bana ne milletin hayatından ıvırından zıvırından. kendisine dev aynasında bakan insanlarsız bir dünya, düşünmesi bile fazlasıyla muhteşem. ya da başkalarını ezmeyi, yapıntı yapıntı tavırlarda bulunmayı hobi edinmiş insanlarsız bir dünya. güzel değil mi? hepimizin aslında öncelikle kendi hayatıyla haşır neşir olan insanlar olmaya ihtiyacımız var. başkalarının hayatlarını ne kadar takip edersen o kadar onları taklit etmeye çalışıyorsun. ne gerek var? neden takip edesin ki, daha önemlisi neden taklit edesin ki. ayrı bir insansın, bir kişiliğin var, kendi zevklerin var, onlarla meşgul olsana. kendine olan saygını yitiriyorsun. insan önce kendisine saygı duyabilmeli bence. bak, kendisine tapmalı, kendisini aşırı önemli görmeli demiyorum, kendisine, onu o yapan her şeye saygı duymalı. ondan sonra başkalarından saygı beklemeli. tabi başkalarına saygı duymak ta önemli.
kafanı kaldırıp etrafına baksan, birbirine zerre kadar saygısı olmayan o kadar çok insan görürsün ki. insan demek doğru mu? insan müsveddesi demek daha uygun sanki. diğerlerine saygı duyamayan varlığa insan demek istemiyorum açıkçası. insanın insan olabilmesi için önce diğer insanlara saygı duyması gerekli. bu şart bi kere. biz, birbirimize saygı duymamız gerektiğinden habersiz olacak kadar cahil bir toplumuz bence. insan olabilmek küçük bir ayrıntıdır. olmazsa insanlık kavramını yerle bir edecek kadar önemli bir ayrıntıdır.

27 Temmuz 2012 Cuma

hayat level atlaması zor bir oyundur

nasıl desem, etrafımdaki insanları sıkıcı bulduğumu kendime itiraf etmeye başladım sanki. onlarla birlikte zaman geçirmek, onlarla konuşmak, onları görmek beni mutlu etmiyor. doğal olarak ta onları hayatıma dahil etmek istemiyorum. hem, insanın hayatındaki insanlar farklıdır, etrafındakiler farklı. birinin hayatında olmak, pek çok insanın etrafında olmaktan daha güzel bence. birinin size hayatını açması, sizi hayat sınırlarının içine çekmesi muhteşem. ancak bu da yaşarken pek sıradan gözükür. insan her şeyin değerini ancak kaybettiğinde anlayan bir ahmaktır bence.
hayatıma aldığım insanları seçebiliyor olmak şahane. ancak etrafımdaki insanları da seçebilmeyi isterdim. bulunduğun çevreye göre insanları da seçmiş olursun geyiğine ihtiyacım yok. ben tek tek seçebilmekten bahsediyorum. bazen hayatımda olan hiç kimse etrafımda bulunmuyor. bir dakika durup düşünüyorum ve çok sıkıldığımın farkına varıyorum. yanımdayken, hayatımın içindeki insanların da sıkıcı olduğunu düşündüğüm anlar olur. işte yanımda yoklarken sıkıcı olmadıklarına yemin edecek kadar onları en azından onlardan bir tanesini yanımda istiyorum. hayat garip.
"ıyk asla olmaz, asla yapmam" dediğim çok şeyi aynen yaptım. resmen tükürdüğümü yaladım. sık sık. hayat bazen öyle cilveli oyunlar oynuyor ki, asla dediğim şeylerin anlamı tam tersine dönüyor. ve sanırım benim küçük aklım yetmiyor tüm bu değişimleri idrak etmeye. ben değişmek istemiyorum. sevdiğim renk hep aynı kalsın, saçım hep aynı renk olsun, yetmiş küsür yaşındaki ananem hiç ölmesin sonsuza dek yaşasın, sevgilim hep aynı insan olsun, hep aynı yemekleri seveyim, bamyadan her zaman nefret edeyim, patlıcan hep ağzımı kaşındırsın hiç yiyemeyim istiyorum. değişimden de, hayatımdaki insanların değişmesinden de hoşlanmıyorum. değişmek risk almaktır. risk almaktan korkmuyorum da, risk beni yoruyor. zaten yeterince zor bi hayat yaşıyoruz, zaten yoruluyoruz. değişimlere kafa yormak saçma geliyor. son olarak; hayat hep zor olmak zorunda olan eğlencesiz bi oyun. level atlamak çok zor.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

iftara ne kadar var?

oruç tutmaya başlayınca etrafımdaki insanların iç yüzlerini daha iyi görür oldum. hele hele sigara içemeyince etrafındakilere hayatı dar etme makinesi gibi oldular. garip, çok sıkıntıdaysan tutma kardeşim zorla yakana mı yapışıyoruz. sonuçta günahı da sevabı da senin boynuna, bize niye afra tafra yapıyorsun.
hele bir de yan dükkan komşumuz var ki akıllara zarar. kız oruç tutmuyor, ama işten yarım saat erken çıkabilmek için patronuna oruçluyum diye yalan söylüyor. patronu da cemaatçi abilerden, dolayısıyla bu hanım kızımız sabahtan akşama kadar aç ve susuz, oruçlu gibi ama oruç tutmadan bekliyor. bu akşam üzeri gelmiş, normalde saat en erken sekizde kapatmam gereken dükkanı sekize çeyrek kala kapatmam için resmen baskı yapmaya başladı. neymiş efendim, yardım gerekirse o evine yetişemezmiş, patronu da beni beklemezmiş, yani kısacası benimle uğraşamazlarmış. doğrusunu söylemek gerekirse bu akşama kadar gayet de sevdiğim bir insan-dı. sanırım artık sevemiyorum. bana baskı yapan insanlardan hoşlanmam. hele ki iş konusunda, tamamen dışardan bir insanın akıl vermesi, emir vermesi, eleştiri sunması beni çıldırtır. tepem atınca doğal olarak "paçana yapışmıyorum tugba, ben başımın çaresine bakarım sen git" dedim. hayır yetişemem diye kastığı evi de, pasaja 15 dakika dolmuş mesafesinde. 10 dakika da yürüse, gayet rahat gider ama işte insanların durumu fırsata çevirme huyu var lanet olsun ki.
sonuç olarak ciddi anlamda kırıcı davrandım evet, ama babamın bakkal dükkanını işletmiyorum. neticede benim de hesap verdiğim bi patronum var. ya aslında konu tugba da değil tam olarak, oruçlu olduğu için sinir yapan insanları kaldıramıyor bünyem. hepimiz yoruluyoruz, sigarasız susuz ve aç duruyoruz, uykusuz oluyoruz da sizin tribiniz kime ben anlamadım açıkçası. çok zorluyorsa tutma kardeşim, insanların kalbini kıra kıra sevaba giremezsin. hele bir de erken çıkmak uğruna patronuna müdürüne vs. "ben oruçluyum yeaa" diyerek sadece kendini kandırırsın. bir aylığına sırf konsepte uymak için "ben çok müslümanım yeaa" triplerine girip, üzerine bir de yalan söyleyerek kul hakkına giriyorsun, ironiler üstüne ironi deviriyorsun bi de kendi söylediğin yalana kendin inanıyorsun gerçek sanıyorsun ya, komik oluyorsun yapma.
ayrıyetten "oruçluyken makyaj yapılmaz" "oruçluyken ruj sürülmez" kanunları varmış gibi onlarla yaşayan abilerim ablalarım size açıklamam gereken ciddi bi durum var. bakın, oruçluyken makyaj yapabilirsiniz, neticede gözünüze sürdüğünüz maskara da, yüzünüze sürdüğünüz allık ta orucu bozmaz. ayrıca şöyle bir artısı var ki, zaten uykusuz ve yorgun olan yüzünüz aşırı derecede soluk durur. makyajı yapınca bi renk gelir yüzünüze, ben kendi adıma konuşayım, makyaj yaptığım zamanlar makyajsız olduğum zamanlara göre daha enerjik ve pozitif hissederim kendimi. aynaya baktığımda aylardır sarılık tedavis görüyormuşum gibi hissetmekten hoşlanmıyorum. ayrıca, sürülen ruju yeme gibi bir alışkanlığınız yoksa gayet de sürebilirsiniz. ruj yemekten nefret ederim, tadı isterse vişneli olsun fark etmez nefret ederim. sıkıntı yok yani, benim makyajım da rujum da daha fazla size sıkıntı olmasın emi?
oruç tuttuğum halde yorulmuyorum dersem yalanın allahını söylemiş olurum. yoruluyorum, daha doğrusu uykusuzluktan ölüyorum lan öyle böyle değil yani durum. gece uyuyorum, aradan 3 saat falan geçince uyanıyorum, yiyorum ki aşşırı çok yiyorum, sigara çay ve litrelerce su içip yatıyorum. heh şimdi, o mideye nasıl sığdırdın tüm bunları gergedan mısın kızım deme, abi tekrar yatıyorum ya, yemin ederim sırt üstü yatmaktan başka alternatifim yok. sağa dönsem sıkıntı sola dönsem sıkıntı. ama yemeyip, su içmeyip oruç tutabilme gibi bi imkanım da yok. henüz yemeden içmeden yaşayabilme potansiyeline sahip değilim cicim. ama yeniden uykuya dalabilene kadar ciddi sıkıntılar çekiyorum. sanırım birkaç gün sonra bu da rutine bağlar rahat ederiz.
ramazan ayını da, oruç tutmayı da seviyorum ben. her ne kadar zaman geçmiyormuş gibi görünse de, rutin hızında geçiyor. itiraf edeyim, canım bir tek iftarda karnım doyunca sigara içmek istiyor. hani sigarasal bi sıkıntım da yok. ama sigara içemediği için sinir küpü gibi gezen insanlarla ciddi sıkıntılar yaşıyorum. anlayamıyorum yani, madem bu kadar ağır geliyor bu meret sana, tutma o zaman. insanlara da hayatı dar etme. hepimiz eşit sürede aç duruyoruz, adaletsiz bir durum yok. dolayısıyla kimse senin tribini çekmek zorunda değil bebişim.
son olarak, herkese hayırlı ramazanlar canlar. iyi geceler.

19 Temmuz 2012 Perşembe

selam ben türk kızı

beyler selam. duydum ki, trip atmayan, kıskançlık yapmayan, dekolte giymeyen, makyaj yapmayan, pes bilen, kurtlar vadisi izleyen ve halı sahada maç yapmanıza arıza çıkartmayan sevgili arıyormuşsunuz. bulursanız haber verin annem, ben de kardeşime bi tane alırım ondan.
çok alemsiniz açıkçası, hem yapıcağınızı yapıyorsunuz hem de trip atınca "türk kızları çok trip atıyo yeaa" diyorsunuz. e canım benim paçanıza yapışan mı var, madem türk kızları trip atıyor e gidin kendinize yabancı sevgili yapın. hazır vizeler de kalkmışken gidin rusyaya, ordan trip atmayan bi hatun bulursunuz kendinize. hem yok şöyle çirkin böyle kısa boylu diye bok üstüne bok attığınız türk kızlarını da görmemiş olursunuz. ciddi söylüyorum bakın, gidin o güzelim ırkı da maymuna benzetin. sanki türk kızlarının dünyaya gelişinden sadece türk kadınları sorumlu. bakın sadece 10 yıl veriyorum, o güzelim ırkı da yok edersiniz bu sefer rus kızları da çok bozdu diye sitemlere düşersiniz. sanki kendiniz çok yakışıklısınız süpersiniz de utanmadan türk kızının çirkinliği üzerine ince espriler üretiyorsunuz. ilahi, komiksiniz beyler cidden yani.
hayır, işimizi gücümüzü bırakıp size değer verip kıskanıyoruz, pek çoğumuz kuaför salonlarında bu sıcaklara rağmen sevgilimize güzel gözükücez diye kurdeşen dökme pahasına fönler çektiriyoruz ona bile mana buluyorsunuz. hayır ne olcaktı ben anlamadım. saçı başı dağıtsak bakımsız, bi fön çektirsek kuaförden çıkmayan, azıcık makyaj yapsak çok süslü diyorsunuz. ee nasıl olcaktı peki beyler? var mı bi ortası bi tarif edin allah aşkına.
tayt giyeriz onla dalga geçersiniz, babet giyeriz onla dalga geçersiniz, topuklu ayakkabı mevzusuna değinmek bile istemiyorum bakın. peki ne giyseydik, yani ister misiniz futbol ayakkabısı giyelim ne dersiniz? olmazsa bi de halı saha maçı yaparız. tövbe ki ne tövbe bak ya. siz bu kadar laf söyleyin, bu kadar bok atın herşeyimize ondan sonra iyi davranmayınca da "türk kızları çok soğuk yeaaa" e napıcaktık be paşam, ettiğiniz bunca lafa rağmen boynunuza mı sarılıcaktık nedir yani mevzu. iki gün traş olmasa at hırsızı gibi ortada gezinecek adamların her hareketimize laf etmesi de ayrı bi ironi. ona göre düşünün taşının, aklınızı başınıza alın. hatta önce bi boy aynasında kendinize bakın ondan sonra konuşalım tamam mı?
dizi izlememiz bile kabahat. bu sefer yok efendim türk kızları çok kültürsüz yeaaa moduna giriyorsunuz. çocukluğundan beri "sen sus kızlar karışmaz herşeye" diye yetiştirilen kızların büyüyünce memleket meselelerine el atmasını beklemeyin cicim. oturup aşkı memnu izliycek, ne bileyim magazin programlarını izleyip sibel can diyeti yapıcak tabi. ha arada hakikaten bilgisi ve kültürüyle sizi dövebilecek kadınlar da var ama onlar için de hemen "kaşar" veya "ıyykk çirkin" yaftası hazırda bekliyor. hayır nasıl olacak biz çözemedik yani cicim olayı.
bi de gösteriş meraklısı demiyor musunuz ona ayrı gülüyoruz bakın. yahu, en basiti iphone alınca yedi düvele bunu reklam yapıyorsunuz yavru kuşlar, araba alınca anahtarı neredeyse yakanıza iğneliyorsunuz sonra da bizim türk kızları çok gösterişçi yeaaa diyorsunuz. canım hakikaten ne yiyip ne içiyorsunuz da bu kafalara geliyorsunuz anlamadım ama üzücü durumunuz. bak endişe ediyorum annem, otur bi kafanı dinlendir tamam mı hadi öptüm.

imza: ben türk kızı

12 Temmuz 2012 Perşembe

ters gitme ihtimali olan ters gidermiş

umarım kabir azabı çekiyorsundur murphy amca. çünkü senin de dediğin gibi, herşeyin ters gitme ihtimali de var ve herşey ters gidiyor. bence al o yasalarını götüne sok da bi rahat edelim.
gerçekten herşeyin boka sardığı ve içinden çıkamadığım günlerdeyiz. sevgilim geçen hafta gelecekti, gelemedi. bu hafta gelecekti yine gelemiyor. anlatabildim mi tam olarak derdimi? onun dışında evle alakalı alışveriş mevzuları var, parke beğenilecekmiş efendim işte dolaptır kapıdır ıvır zıvır beğenilecekmiş ama gel gör ki tüm bunları yapacak gram enerjim yok. annem gözlerini açmış heycanlı heycanlı anlatıyor ve ben sadece "tamam pazar günü bakarız" diyebiliyorum. hani birkaç cümle daha kursam yere yatıp ağlamaya başliycam o derecede.
iş yerinde geçirdiğim zaman daha da berbat. sadece o günü, o haftayı bitirmek için işe gidiyorum ve doğal olarak kimseye faydam olmuyor. her an işsiz kalabilirim anlayacağın. canımı sıkan bi mevzu olduğunda mutluymuşum herşey gayet yolundaymış gibi davranamıyorum. hayatı önce kendime zehir ediyorum ki, bundan etrafımdakiler de fazlasıyla nasipleniyorlar. özlemek insanı yoruyor vesselam.tek problemim buyken, omzumda tonlarca yük varmış gibi davranıyorum falan filan işte. ama bildiğim birşeyden çok eminim ki, tüm bunlar olup biterken, bu kadar acıyı çekerken hala daha benim canım sıkılmaya devam ediyor. ha bir de devam etmekte olan omuz ağrım var. o hiç sağ tarafımdan eksik olmuyor. hatta bazen öyle oluyorum ki, bu ağrı yüzünden ölüceksem öleyim de bitsin gitsin diyorum. hani ölmiyceksem de ağrı geçsin çünkü gerçekten çok sinirlerim bozuluyor artık.
ha bu arada en azından omzumdaki ağrı bi işe yarıyor onu da anlatayım hazır lafı açılmışken. şimdi efendim ben böyle günlerdir bitkisel hayata girdi girecek modda geziniyorum ya ortalıkta, insanlar da doğal olarak "canın mı sıkkın?" "neyin var?" gibisinden cevabı kendilerini hiç alakadar etmeyen sorular soruyorlar ya hani, ben de omzum ağrıyor çok fena deyiveriyorum. yalnız bu hikayeyi yutmayan bi tek volkan abi var. bu sabah "hadi hadi bana anlatma" dedi mesela. sonra ekledi "senin şu sırcılığını da ayrıca takdir ediyorum" diye. insanların ağzına laf vermektense kendimi diri diri yakabileceğimin farkında olan tek insan o sanırım. her ne kadar aşırı samimi olmasak ta sadece az çok beni anladığı için seviyorum onu.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

seni hiç sevmedim süt oğlan

seni hiç gözüm tutmadı süt oğlan.

seni sevemedim süt oğlan. olman gereken yerde olmuyorsun, yapman gerekeni yapmıyorsun. evet, babanı da sevmiyorum. sen hevesle yapılan planları alt üst etmek için gelmişsin dünyaya. umursamazsın, kendinden başkasını düşünmezsin ama düşünmek zorundasın. bu yüzden seni sevmiyorum süt oğlan. sırf ortadan gereksiz yere kaybolduğun için bak bu hissim. şimdi git süt oğlan. git burdan.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

neyin var bugün?

gece eğer çok ağlayıp çok az uyuduysam ertesi gün işe gitmeyi sevmiyorum. dün gece de öyleydi. sanırım saat 23:30 civarı ağlamaya başladım, saati tam olarak hatırlayamıyorum ama o civardaydı, sonra yine bilmediğim bir saate kadar ağladım ağladım ve ağladım. ağlamayı kestikten sonra da uzunca bir süre uyuyamadım. uyumadan önce telefonumun saatine baktığımda 04:20 civarlarıydı ve ben hala uyuyamıyordum. saat yedide uyanmak zorunda olduğum halde uyuyamıyordum işte. gözlerimin acıdığını ama kapattığımda kendiliğinden açıldığını hatırlıyorum bi tek. bir süre sonra uyumuşum. saat beşe geliyordu ya da beşti bilemiycem. doğal olarak uyumamla uyanmam da bir oldu gibi bişey oldu. yedide çılgınca çalan alarmla uyandım. sabahları acaba enerjik ve neşeli uyanır mıyım diye nahnehnah'ı ayarlamıştım alarm sesi olarak ama hiç etkili olmuyor doğrusu. yine de acı çekerek uyanıyorum, yine de ben sabahları hep mutsuzum.
sabah aynada yüzüme bakasım gelmedi zaten. göz kapaklarım o kadar şişmiş ki, yarım limon koymuşsun gibi duruyor gözlerim. buz koymak şişliğe iyi gelir evet ama o gözlere iyi gelebilmesi için kafamı buz dolu bi kovaya sokmam artı beş saat falan öylece beklemem lazımdı. makyaj yaptım bi de üstüne. gözlerim bu sefer adeta gri tonlarda boyanmış yarım limon gibi durdu. şişliği az göstersin diye füme tonundaki kalemleri sürdüm de sürdüm ama işe yaramadı. demek ki koyu renk her zaman zayıf göstermiyormuş. baktım ne yaparsam yapayım işe yaramıyor, kahvemi içtim çıktım evden. tabi ayılabilmek için elbette aşşırı koyu kahve içtim ama tık yok, mal gibiyim.
dükkanı açtım, kılımı kıpırdatıcak halim olmadığı için tabureyi dükkanın orta yerine çekip oturdum. yan komşum tuğba "nooldu kızım sana böyle" diyene kadar öyle dakikalarca boş boş oturup parkeleri inceledim. ee, ne diycem şimdi? canım sıkıldı saatlerce ağladım, sonra canım sıkıldı saatlerce uyumadım desem olmaz. başlar didiklemeye bi sıkıntın mı var, bi problem varsa anlat bak diye. ben canımı sıkan şeyleri olsun dertlerimi olsun etrafımdaki insanlara anlatmaktan hoşlanmıyorum. her konuda carcar konuşabilen ben, derdimi paylaşmaya gelince cümle kurmayı unutuyorum. hastaydım dün gece yaa, uyuyamadım sabaha kadar dedim en sonunda. hasta olmak, dertli olmaktan evla.
hadi pasajdakilere anlattık bu hikayeyi de, patronum sabah görünce "hayırdır bi sıkıntı mı var?"a bağladı. patronumu seviyorum, konuşurken kocaman gülümsediği için seviyorum. hele sabahları gülümseyince bana enerji veriyor. sonra işte bi sıkıntı yok dedim ona da. "e neden böyle yorgun görünüyorsun o zaman, hasta mısın?" dedi. hastayım diyemedim, çünkü bu hafta tek çalıştığım için alakaya maydanoz birini yanıma yardıma göndermesini istemiyordum. sadece "yeni bi göz kalemi almıştım, alerji yaptı galiba gözlerim şişti mahvoldu ama sıkıntı yok iyiyim" dedim. külahıma anlat. yıllardır aynı marka göz kalemi, hatta hep aynı marka makyaj malzemesi kullanırım. o da bişey demedi, dikkat et öyle bilmediğin makyaj malzemesini kullanma bak dedi ve gitti. kaldım yine tek başıma.
akşamı ettim ama, nasıl ettim hatırlamıyorum. sabah çaycı abiden bi kahve istedim, sert olsun dedim, sağ olsun öyle bir kahve getirdi ki dört buçuk beşe kadar cin gibiydim. sonrasında film koptu tabi. can sıkıntısından, yorgunluktan, içinde ateş topu olan iki yarım limonumdan dolayı salaklaştım. insanları anlamayı bırak, buğulu görmeye bile başladım. sanırım uykusuzluk bana göre değildi. ayrıca insanların "neyin var bugün?" sorusuna da onlarca farklı cevap verdim. hiçbiri doğru değil tabi. kimisine hastayım dedim, kimisine uyuyamadım ya çok sıcaktı dedim, kimisine göz kalemi yalanını attım, kimisine de bir klasik olan "gözüme yüz yıkama jeli kaçtı yeaa" cümlesini savuruverdim. sonuç olarak hepsi inandı, yani öyle gözüküyor. ama "gözüme yüz yıkama jeli kaçtı" cümlesine inananlara çok acıyorum lan. bi insan bu kadar temiz olamaz bağırıyor resmen BEN YALANIM BEYBİ diye. neyse, durumu kurtardık önemli olan bu. sonuç olarak günü bitirdim, bu saçma ve bir o kadar da salak duruma rağmen hala yazı yazabiliyor, cümle kurabiliyor bir yandan da Akasya Durağı'ndaki Osman Aga'yı dikkatle izleyebiliyor olmama şaşırıyorum. tamam işte, anormalliği buldum. BEN NORMALDE AKASYA DURAĞI İZLEMEM. neyse olur o kadar artık.
sonuç olarak anladım ki, bundan sonra ağlanırsa cumartesi gecesi ağlanacak, sonra sabaha kadar uyunmayacak. hafta içi salaklık yapmanın alemi yok, hadi diyelim ağladık uyku gelmiyorsa bile uyku yapabilecek ilaç alınıp uyunacak.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

daralıyorum, nefes alamıyorum bak

selam. bu aralar, samimiyeti abartıp bi rahat nefes aldırmayan insanoğlundan yana çok derdim var. hani gayet de iyi niyetlerle, durduk yerde neden mesafeli olayım canım iyi bi insan neticede diyerekten azıcık samimi davranmiycaksın bazı insanlara. iki dakikada bir saçma sapan bi espri yapmasa, her beş dakikada bir gelip nasılsın diye sormasa ölebilecekmiş hastalığına yakalanmış gibi davranıyorlar.
ben daralırım açıkçası. hani alakaya maydanoz insanların sürekli dibimde bitmesi beni çok mutlu etmez. tamam komşu olabiliriz, bir yerden tanışıyor olabiliriz, sana kötü davranmıyor hatta seni seviyor da olabilirim ama bu gereksiz samimiyet, bu laubalilik niye be kardeşim? hani bi müsade et de belki kıçımı kaşiycam, belki bi aynaya bakıcam ne bileyim içinde senin olmadığın bi anım olsun. görmezden geliyorum trip atıyorsun, görüyorum bi dur durak bilmiyorsun ama ben daralıyorum be canım kardeşim. insana bi sabah sorarsın nasıl olduğunu halini hatrını di mi? bunu her onbeş dakikada bir yapmanın alemi ne söyler misin bana? sevgilim bile senin kadar nasılsın demiyor bana ve her sorduğunda onbeş dakika önceki gibi oluyorum farkındaysan. yani tamam gelgitli bi ruha sahip olabilirim ama genelde bi günüm bi günümü tutmaz. ya da akşamım sabahımı tutmaz, onbeş dakikada bir değişmiyor ruh halim ve sen bana nasılsın dedikçe, gelip o saçma sapan esprilerini yüzüme gözüme bulaştırdıkça ben ciddi anlamda işkenceli cinayetler hayal ediyorum. hani dua et hem çok gencim hapislerde çürüyemem, hem allah korkum var hem de bir canlıyı öldüremem çünkü beni kan tutar. yoksa cidden cinnetin eşiğine gelip bunları düşününce geri adım atıyorum. hani sabır dediğin de bir yere kadardır bak.
bu düşündüklerimi ruhun bile duymiycak belki ama, hani şu mübarek kandil gecesinde belki allah tarafından malum olur da bi sakin olursun. bu arada kandil demişken herkese hayırlı kandiller, öperim kocaman :)

30 Haziran 2012 Cumartesi

tatil dediğin bitebilen bişey

bir haftalık tatil süresinin de son anlarını yaşıyoruz ne yazık ki! bu seferkinden gerçekten hiçbir şey anlamadım ben. çarşı pazar alışverişleri, saçlarıma bakım yapmak falan derken zaman hızla akıp geçti. birer gün arayla dünyaya gelen iki kız yeğenimdi bu tatilin en güzel yanı. ilki perşembe günü, diğeri de bugünün ilk saatlerinde 00:59'da. daha yüzlerini göremedim ama merak hat safhada. dikkatimi çeken diğer şey de, ne zaman haziran ayında yıllık izine çıksam mutlaka hastanelik bi durumumuz oluyor. yaklaşık üç dört sene önce babam haziranda çıktığım izinde bypass ameliyatı olmuştu. ondan sonraki haziran iznimde de dayım rahmetli olmuştu. ondan sonraki iznime kısa bir süre kala da eniştem rahmetli olmuştu. bu seneki hastanelik durumumuz oldukça tatlı. en büyük teyzemin oğlu perşembe günü ikinciye baba olurken, kızı da bugünün ilk saatlerinde ikinciye anne oldu.
hastaneleri arayıp ta tek seferde ulaşabilen varsa bana formülünü öğretsin lütfen. dakikalarca şevket yılmaz eğitim ve araştırma hastanesini aradım aradım, en sonunda ablamla konuşabildim. daha önceki yazılarımdan birinde durumdan bahsetmiştim, özel hastanelerden bir tanesi bebişimiz için %90 ihtimalle özürlü doğacak demişti. sonrasında ankarada yapılan testler, şevket yılmaz eğitim ve araştırma hastanesinde yapılan testler ve kontroller sonucu bebişimizin gayet sağlıklı olduğunu öğrenmiştik. aslında bebeği alıp o sarsak doktora götürmek lazım. belki diplomasını yırtar atar da insanların içini karartmaktan, insanların sağlığı üzerinde saçmalamaktan vazgeçer. bugüne kadar gerek aileden gerekse yakınlarımdan edindiğim tek bir hastane tecrübesi oldu. NE VARSA DEVLETİN HASTANELERİNDE VAR! bunu da buraya yazıyorum bak. en azından hastalara müşteri muamelesi yapmıyorlar ve üç kuruş kazanmak uğrunda abartılı teşhisler koyup abartılı tahliller istemiyorlar.
dün itibarı ile şampuanımı değiştirip schwarzkopf gliss shea cashmere şampuan ve saç kremine geçtim. saçlarım nemini kaybetmiş meğer. ben yumuşak diye sevine durayım kuruyup kalmışlar. kuaför ablanın uyarıları üzerine düzleştirici ısımı düşürüp kullandığım dove'dan da vazgeçtim. ayrıca ısıya karşı koyuyucu olarak yine schwarzkopf'un gliss nutri protect bakım küründen de edindim. eskiden saç kremi bile kullanmayan biriydim. dove şampuana o kadar çok güveniyordum ki, ben saçlarımın sadece ısıdan o kadar yıprandığını sanıyordum. ancak şampuanımın da, saç kremi kullanmamamın da oldukça etkisi varmış. gliss ürünlerinden en çok ihtiyacım olanları seçtim bi güzel. şampuan ve saç kreminin içinde sıvılaştırılmış keratin varmış. umuyorum işe yarar, en azından dökülme ve nem kaybı konusunda bana yardımcı olur. ayrıyetten bemiks, bephanten, evigen, evicap, çam terebenti ve tatlı badem yağı karışımını da iki kez uyguladım bu hafta. şimdi bir süre yaklaşık iki hafta kadar ara vericem ona. saçları kurtarıcaz derken saç derisini mahvetmenin alemi yok bence.
ayrıca gliss kullanan birileri varsa şampuan hakkında yorumlarını rica edicem. memnun kalmışlar mı yoksa işe yaramaz mı bilmek istiyorum. bi de daha iyi olduğunu düşündüğünüz bi şampuan veya saç kremi varsa bi irtibata geçelim bence. herkesi öperim çok, iyi hafta sonları.

24 Haziran 2012 Pazar

arada bakmak lazım

dip boyamı yapmayalı 4 ay oldu. saçlarıma bakım namına herhangi bir şey sürmeyeli de çook uzun zaman. saçı ağırlaştırdığı için krem kullanmadığımı da hesab edersek, yıllardır çok yüksek ısıda saç düzleştirici kullanmama rağmen yine de yanmadıklarına, sertleşmediklerine şükretmem gerek sanırım. fırsat bu fırsat diyerek bu tatilde saçlarımı hem dinlendirmeye hem de hızlı bir bakım yapmaya karar verdim. yarın kırıkları aldırmayı, dip boyamı yapmayı düşünüyorum. bugünse kuaför sema ablanın tavsiye ettiği, eczacı -yıllardır kendisinden alışveriş yaptığım halde adını bilmediğim fakat bilgisine çok güvendiğim- adını bilmediğim abinin onayladığı karışımı yaptım.
üç tane iğne serumu kırıyorsun bi kaseye. adları, bemiks, bephanten ve evigen. bemiks ve evigen vitamin ama diğerinin ne olduğunu ben de bilmiyorum. bu karışımın içine çam terebenti ve tatlı badem yağı koyuluyor ama sadece birkaç damla. ben ilaveten evicap ta koydum 5 misket kadar. evicap ta e vitamini. sonra temiz ve tamamen kuru saç derisine parmak uçlarıyla masaj yaparak sürüyorsun. kalan karışımı da saçlarına yediriyorsun. havlu sarıp, fön makinesiyle havluyu ısıtıyorsun. yaklaşık bir buçuk iki saat beklettikten sonra duruluyorsun. çam terebenti yoğun bir şekilde çam kokuyor, normal olarak ta bemiksin kokusu iğrenç. aslında bu karışımın içine bir de yumurta sarısı koymak gerekiyormuş ama bu sıcakta kafamdaki yumurta sarısına tahammül edemeyeceğim için ben koymadım. koyulursa iyi olurmuş ama koyulmazsa da bi sıkıntı olmazmış. sema ablayla eczacı abiden aldım onayı. haftada bir kez ya da iki haftada bir kez tekrarlamak gerekiyormuş bir süre. hem saç dökülmesine iyi geliyormuş hem de saçları güçlendiriyormuş. bakalım deneyip görücez.
karışımı ilk kafama sürdüğümde "kel kalır mıyım lan" diye düşünmüş olsam da kel falan kalmadım çok şükür. yalnız ilk etapta uygularken ve yıkarken biraz saçım döküldü ama zaten normal yıkamada da o kadar oluyor. denemek isteyen olursa tavsiye ederim. tabi sonuçları daha sonraki uygulamalarda görücem.

gökkuşağı

sanırım yine yorgunluk birikti. bir haftalık yıllık iznimin ilk saatlerini boktan geçiriyor olmamın öncelikli açıklaması bu. yorgunluk. ya da yorgunluk adı altında kendimi kandırmaca. asıl sebebi mutsuzluk. uzaklaşma isteğini her zerremde hissederken uzaklaşmak istediğim herşeyin tam ortasındayım. neden uzaklaşıcam ki? işten uzağım mesela, iş ortamındayken bir türlü bitmek bilmeyen, içinde bir yılı gizli barındırdığına yemin edebileceğim koskoca bir haftam var. o geçmek bilmeyen zamanı çabucak tüketmek istemeyerek yine de göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğine yemin ederek sonlandıracağım bir zaman dilimi.
genel olarak zaman kavramından da mekan kavramından da nefret etsem bile, bu iki kavramın arasında sıkışıp kalmış vaziyette yaşıyorum. hayatımda hiç saate bakmadan dakikaları saatleri hesaplamadan bir gün geçirmedim ben. hiç bir gece saatin kaç olduğuna bakmadan uyumadım. pazar günleri dışında alarmı kurma ihtiyacı hissetmediğim tek bir sabahım olmadı. herkesin öyle değil mi aslında? herkesin öyle tabii ama, ben zaman ve mekan kavramından nefret ediyorum fark burada. mekan kavramından nefret ettiğim halde, bağlı kalmayarak yaşamayı çok arzuladığım halde ben 24 yıldır aynı evde yaşıyorum. 7 yıldır aynı iş yerinde çalışıyorum ve yıllardır sadece aynı insanları görüyorum. bazen, yaptığım bir takım şeyleri hiç alakası olmayan insanlara açıklamak zorunda kalıyorum. canım sıkılıyor onların arasında, eğlenceli değiller. renkleri pembe, sarı, mavi, kırmızı, yeşil değil. renkleri kahverengi, gri ve tonlarında. içimdeki renk karmaşasıyla aralarında çok sırıtıyorum. sonra kendime en yakın renkliye yaklaşıp onun o koyu ve kasvetli rengine sığınmaya çalışıyorum, olmuyor daha beter sırıtıyorum onun yanında.
kafamı gökyüzüne kaldırdığımda gördüğüm maviliği bir insanın yüzüne baktığımda da görebilmek istiyorum. o kadar ferahlatıcı olsun. o kadar ona baktıkça içim aydınlansın. yanında ferah nefesler alabileceğim insanlara çok ihtiyacım var. yanında zaman ve mekan kavramını önemsemeyeceğim insanlara çok ihtiyacım var. oturup karşılıklı birer sigara yaktığımızda, o sormadan anlatmak istediğim herşeyi, acaba saçmalıyor muyum kaygısını taşımadan anlatabileceğim insanlara ihtiyacım var. kasvetli duruşlarından, yüksekten atışlarından ve her seferinde ıskalamalarının acısını renklerini daha da koyulaştırarak çıkartmalarından sıkıldım. mesele yüzlerine bakıp gülümsemekte zorlanmakta değil, mesele o gülümsemeyi içten gerçekleştirememekte. yapmacık davranışlar bende çok sırıtıyor. bakıyorum, hiç kimse kendisi gibi değil, ben de onlar gibi yapmacık olayım o zaman diyorum. beceremiyorum, elime yüzüme bulaştırıyorum. annesinin makyaj malzemelerini aşırmış, yüzünü gözünü ruja bulamış kız çocukları gibi hissediyorum kendimi. ne öteki olabiliyorum, ne kendim olabiliyorum ne de kendimle barışabiliyorum.
mesele küslük meselesi değil. kendimde sevmediğim ve en yakınlarımı bile delicesine rahatsız ettiğinden emin olduğum o kadar çok yönüm var ki. kendimi kontrol edemediğim, kontrol etmeye çabalarken kenarda bir yerde debelenip durduğum o kadar çok anım var ki. ve ben hepsinin de adını hiç sorgulamadan mutsuzluk ve can sıkıntısı koymuşum. bi de oturup üzülmüşüm bi güzel benim neden hep canım sıkılıyor diye. sıkılmayacak ta ne yapacak ki. ne öteki olabiliyorum ne beriki. kendim olmak, bu kadar yapmacık insanın arasında kendim olmak çok zor. işte bu yüzden kendi renklerimin arasında boğuluyorum ben. pembelerim, mavilerim, sarılarım da başkalarının gözünü yoruyor. hayır, o kadar da renkli bir insan değilim aslında. yani görünüşte o kadar renkli değilim. yüzeysel olarak tanıyan -ki en derinliklerime kadar, içime aklıma ruhuma kadar tanıyabilen olmadı- için çok renkli değilim. gökkuşağından bir parça kopartabilseydim, ilk önce kopkoyu renkli insanların üzerine serperdim birazını. gerisi de benim olurdu, kararmaya başladıkça çalardım renklerinden. öyle işte..

17 Haziran 2012 Pazar

pazarın yaz hali

merhaba sevgili sıkıcı olmaması gerekirken gereğinden fazla sıkıcı olan pazar günü, merhaba aşırı sıcak hava.

nerden baksan yine en az bir ay önce tuğbayla "bi pazar çıkıp gezelim oturmayalım evde kös kös" gibi bi plan yapsak ta ben henüz "hadi o pazar bu pazar" cümlesini kuramadım. her zaman olan muhabbet işte, pazar sabahı geç uyanmak istersin ama erkencikten uyanırsın, kahvaltıyı aheste aheste yaparsın sonra mıhlandığın koltuktan bir allahın kulu kaldıramaz. ta ki, oturduğun yerde onbeş litre terleyip soğuk duşa girmeye karar verene kadar. e tabi o zamana kadar pazar gününün yarısını da bitirmiş olursun. sonra mı? "canım bu saatten sonra nereye gidilir ki" muhabbeti. oturup tv izlemeye veya nette takılmaya devam.
oldum olası sevmem pazar günlerini aslında. değişik bi duygu içindeyim pazar gününe karşı. hem tek izin günüm olduğu için sevesim geliyor, hem de pazar günü olunca ağır depresyona giriyorum. kışsa yine iyi, en azından dışarsı anasının gözü kadar soğukken "sıcacık evde oturuyorum mis gibi" diye düşünüyorum. ama işte yazın her taraf anasının gözü kadar sıcak olunca çekilmiyor vesselam. tek artısı, evde oturduğun için üşenmeyip te poponu yerden kaldırabildiğin zamanlarda istediğin kadar soğuk duş alabiliyor olman. başka bi faydasını görmedim meretin.
yapım itibarı ile evde oturmayı fazlasıyla seviyorum ama neden pazar günleri evde oturmaktan şikayet ediyorum, bu şikayetime rağmen de neden çıkıp gezmiyorum hiçbir fikrim yok. hala daha pazar günlerine karşı olan bu samimiyetsizliğimi aşamadım. pazartesinin bile bi özelliği var, sendrom günü. bi tek pazar gününün özelliği yok. tatsız tuzsuz, evlat olsa sevilmeyecek öyle gereksiz bi gün işte. ama yine de iyi ki var, tek izin günüm olm anlatabiliyor muyum sana?
ayrıyetten yaz mevsiminde işe tepeden rastgele toplanmış saçla gitmek meşrulaştırılsın. yani elbette ben de dümdüz seviyorum saçlarımı da, uzun olunca yapışıyorlar, yakıp kavuruyorlar ya çekilmiyor doğrusu. gece uyumadan önce soğuk duş alıyoruz güya, sonra saçı kurutup fönlemeye çalışırken soğuk duş bütün anlamını yitiriyor ve yine aynı yüksek vücut ısısıyla uyumaya çalışıyoruz. ayrıyetten sabah kalkınca, gece dümdüz olan saçlar sıcaktan dolayı kabarmış oluyor. boşu boşuna enerji sarf ediyoruz işte. ama ne yaparsın, mecburiyetler doğrultusunda yapılmak zorunda olan şeyler bunlar.
unutmadan, bütün babaların babalar gününü de kutlarım. sevgiler, iyi pazarlar.

çeşit

bu ara hayatın gündemine yetişemiyorum. neden? yaz geldi, yoğun çalışıyorum ve genellikle yorgunluktan ölüyorum. mesela şu an telefonumda yanıtlanmayı bekleyen bir sürü kandil mesajı birikti, ben henüz onları yanıtlamadım ve sanırım o mesajların sahipleri önümüzdeki ilk kandilde bana mesaj atmayacaklar. zamansızlık zor şey. azıcık zamanı paylaştırmaya çalışmak, o sırada da dinlenmeye çalışmak bazen imkan sınırlarını zorluyor. tüm bu anlarda da, insanlarla diyaloğumu iyi tutmak zorunda oluyorum. insan çok zor bir canlı vesselam. anlattığını anlaması gerektiği gibi anlamıyor, anlatmak istemediğini anlamak için gereksiz bir enerji sarf ediyor. hani herkese göre orta bir yol yok, o ayrı bi mevzu.senelerdir insanlarla iç içe olduğum bi iş yapıyorum, ben insanları çözemedim. hani insan sarrafı olmaktan bahsetmiyorum bak, haddim değil ki onun için epeyce genç sayılırım. insanları anlayamamaktan bahsediyorum ben. ne istediğimizi, ne hissettiğimizi anlatırken bile kısa ve net cümleler yerine uzun uzadıya imalı cümleler kurmayı tercih ediyoruz. neden? hep bi "şöyle diyeyim de böyle düşünmesin" düşüncesi var. düşünsün ne var yani, içinden geldiği gibi aklına estiği gibi davran. zaten düşünmesinden korktuğun gibi düşünüyorsa kendini yormana gerek yok, onu düşünceleriyle başbaşa bırak bence.
çok çeşitliyiz, değişik renklerde, değişik karakterlerde, ilginç huylarda ayrılıyoruz. ama her birimiz aslında sadece birer insanız. insan olmayı unutmuş, yahut da unutmak üzere olan insanlarız. küçük hesaplar peşinde koşarken büyük kazıklar yiyen biziz. her şeyde kusur ararken, hayatımızdaki güzelliklerin farkında olmayan da biziz. şikayet etmekten başka bir işe yaramayan, başkalarını maddiyata göre sınıflandıran, ırklara göre ayrım yapan, kendi çıkarlarımız uğruna en yakınımızdakini satan da biziz. boş zamanlarımızda nasıl dedikodu yapsak, kimin arkasından nasıl işler çevirsek, kime ne yalanlar söylesek, kimi nasıl aşağılasak diye düşünüp duran da biziz.
gece uyurken o gün ne yaptığımı sorgulayacak kadar derin düşüncelerin insanı değilim. ama bazen tam uykuya dalacakken birine söylediğim yalan geliyor aklıma, biriyle dalga geçtiğim an, birine haksız yere kızdığım an.. ben bile vicdan azabı duyabiliyorum. vicdanımı yitirdiğimi düşünüyordum bundan uzunca bir süre önce. hiçbir şey için üzülmem, hiç kimseye acımam, yaptığım hiçbir şeyden dolayı pişmanlık duymam sanıyordum. yanılıyormuşum. bazen yağmurlu bi akşamda beş liraya şemsiye satan o çocuktan şemsiye almadığıma üzülüyorum. aradan sanırım üç ay falan geçti. çocuk yeğenlerimden birine çok benziyordu. aşırı yağmur vardı ama o elindeki iki şemsiyeyi satmadan evine dönememkte kararlıydı. belki birini alsaydım, hatta ikisini birden alsaydım -ki alabilirdim de- evine giderdi. ne zaman yeğenimi görsem o çocuk geliyor gözümün önüne. bişey söyliyim mi, insan yaşlandıkça daha da duygusallaşıyor.
herkes eşit şartlarda gelmiyor dünyaya. bazıları doğuştan şanslıyken, bazıları da çocuk yaşta başlıyor mücadele etmeye. çok kızıyorum, maddi imkanı olmadığı çok belli olan insanların kıyafetleriyle dalga geçenlere. hani o da elinde olsa verir bi tişörte avuç dolusu para da, yoksa ne yapacak? senin kadar iyi giyinemediği için onu nasıl ikinci sınıf insan gibi görebilirsin anlayamıyorum affet. benim kafam basmıyor bu kadarına. olmadığını sandığım, ama şimdi kendisiyle iç içe yaşadığım vicdanım el vermiyor ona senin gözlerinle bakmaya. kusura bakma o yüzden, ben senin gibi olamıyorum. onun gibi de olamıyorum, ne olduğumun, nasıl bir insan olduğumun farkında olmadan yaşamaya çalışıyorum. hayır, amacım iyi bir insan olmak ya da iyi insan olmayı başaramazsam en azından öyle görünmek değil. iyi rol yapamam zaten, ağlayasım varsa mutluluk taklidi yapamam. mesele zaten iyi birer insan olmak ta değil, mesele adaletli birer insan olmak. mesele empati yapabilmek, onu anlayıp dinlemeden insanları yargılamamak. herkesin kendisine göre çok fazla geçerli ve haklı sebebi vardır pek çok meselede, önemli olan bunu görmek. yoksa her birimiz çok iyi insanlar olmuşuz, hiç küfür etmezmişiz, hiç kavga etmezmişiz ne çare. birbirimizi anlayamadıktan sonra..

8 Haziran 2012 Cuma

şikayet

havaların ısınmasıyla beraber "hof ne cehennemin dibine gitsem de serinlesem" moduna giriş yaptım. işin ilginci, kışken "yaz gelsin sesimi çıkartmiycam" diyordum, yaz geldi "kış gelsin asla soğuktan şikayetçi olmiycam" diyorum. insanoğluna yaranılmıyor, istediği gerçekleştiği anda istemediğini de istemeye başlıyor. garip.
mesela o kadar sıcak oluyor hava, sonra bi gün yağmur yağıyor ve "ayy bi yağsa da serinlesek" diyerekten dört gözle beklediğim yağmurdan yakınmaya başlıyorum. sanırım henüz benim standarlarımda olan bir hava durumu yaşamadık. işin ilginci kriterlerim ne onu da bilmiyorum. aslında az çok biliyorum da, haziranda yakmayan güneş, ıslatmayan yağmur, üşütmeyen kar görmedim ben daha. yok yani, benim istediğim gibi değil ve olmaması zaten normali. düşünebiliyor musun, kar yağıyor ama üşümüyorsun. baştan hayal edince güzel gelebilir, ama karın doğası üşütmek olduğu için üşütmeyen kar yağdığı zaman, tatsız tuzsuz bir şey olur. yani onu da sevmem, sevmeyiz.
küçük konulardan doğan şikayetlerim bitmek bilmezken, illallah demem gereken konulardan şikayet etmem mesela. işle ilgili sorunlar olur, o sorunlar büyür, bu arada aradan yıllar geçer ve ben ancak bi patlama yaşarım. hani o patlama anına kadar da hayatımdaki herkes herşeyin çok mükemmel olduğuna inanır. hatta ben bile inanırım. birini, bir yeri çok fazla seviyorsam, ona fazlasıyla değer veriyorsam, uykusuz geceler bile geçirsem içimi sıkan mevzuyu ona fazla yansıtmamaya çalışırım. ha ben sinir sahibi olmuşum, keyfim hiç yerine gelmiyormuş, içten gülemiyormuşum bunlar hiç problem değil. sevdiğim, değer verdiğim insana/mekana zarar gelmesin, o incinmesin yeter ki. ha ama ufak tefek mevzularda da serzenişlerimi dizerim bir bir. bilemiyorum, büyük problemleri göstermeden çözme, küçük problemleri de büyütme hastalığına yakalanmışım sanki.

3 Haziran 2012 Pazar

insan olun biraz

etrafımdaki insanların "herkesle iyi geçineyim, herkes beni çok sevsin" düşüncesinden de, alttan alttan ince sinsi hesaplar peşinde olmasından da sıkıldım. biliyorsun karşındakinin ciğerini, hani biliyorsun göründüğü kadar sevilesi değil, yine de sesini çıkartıp ta "sen busun işte" diyemiyorsun. o kadar iyi rol yapıyor, kendisini o kadar sevimli, sütten çıkmış ak kaşık gibi gösteriyor ki bir anda "onun kadar sevilmediği için onu kıskanan hastalıklı insan" oluyorsun. sevmiyorum lan, böyle insanların alayını sevmiyorum. bağıra bağıra, omuzlarından tutup sallaya sallaya sarsmak "doğal olsana, kendin olsana insan kere zavallı aciz" diye bağırmak istiyorum. ne gerek var ki bu kadar oynamaya.
neden bu denli sahtekarlar, neden bu kadar herkes tarafından sevilme çabasındalar bilemiyorum çünkü onları anlamıyorum. herkesin nabzına göre şerbet veremedim ben. benim doğruma en yakınım olan insan "hayır bu yanlış" dediğinde "tamam öyle olsun madem" diyemedim. hani kıvıramıyorum yerine göre, neyse o olmalı, neysem o olmalıyım ki o zaman ben olayım. ne olcak ki, herkes seni çok sevince herkesle iyi geçinince dünyayı mı ele geçiricen neyin peşindesin?
yaşadığı iki sıkımlık zor günü kullanıp, ajitasyon yaparak kendisini sevdirme hevesinde olan insanları boğmak istiyorum. kafanı kaldırıp bi baksan dünyaya, hayatı senden daha zor olan, gece yatağa uzandığında çözmesi gereken onlarca problemin olduğu sabaha uyanmak için uyuyan o kadar çok insan var ki, senin ergenken yaşadığın bunalımlar da, iki sıkımlık acılarını abartıp arabesk imaj çizerek "vah zavallım, neler yaşamış, çok iyi kız/adam" dedirtme çaban da benim gözümde anlamsız kalıyor. neden bu kadar boşsun, neden bu kadar sahtekarsın, neden bu kadar küçük hesaplar peşindesin bilmiyorum ama umuyorum insanlar seni gerçekten çok severler de, iki gün sonra bahsedip ajitasyon yapıcak bir acı bulamazsın. umarım, sinek ısırığı kadar olan acılarını anlatıp abartamayınca, bunalımlara girer, yoksunluk çeker ve yavaş yavaş geberip gidersin bu dünyadan. o kadar nefretliksin bak, sana zerre kadar acımayan insanların gözünde.
bu kadar özenti olmanız, paraya bu denli tapmanız, akşama iki ekmek almak için para bulamayan insanları utanmadan aşağılamanız çok tiksinç lan. birini, gidip salak saçma şeylere dünyanın parasını veremediği için, ay sonunu nasıl getireceğini kara kara düşündüğü için, aldığınız abuk subuk şeyleri gözüne sokarak hava atmaya çalıştığınız için tiksiniyorum sizden. eskiden, biz çocukken, okulda ya da mahallede durumu kötü olan biri olduğunda ona kimseye belli etmeden yardım etmeye çalışırdık, ne bileyim bi gezi olacaksa, sınıfça sinemaya tiyatroya gidilecekse, harçlıklarımızı biriktirir çaktırmadan arkadaşımıza verirdik, şimdikiler de birbirlerine "fakir" diyerek aşağılamaktan zevk duyuyor. sizi böyle sinameki yetiştirip, her istediğinizi alıp şımartarak böyle saçma sapan insanlar yapan anne babalarınıza da yazıklar olsun. insan olun biraz be, insan gibi davranın.

1 Haziran 2012 Cuma

bi tadına varsaydık

nasıl canım sıkılıyor, nasıl böyle iyi değilim anlatamam. her şeyin aynı olmasını bırak, her şeyin olmasından da sıkıldım. olmaktan, başka şeylerin de olmasından falan böyle tümden sıkıldım. artık insanlarla dalga geçmek te istemiyorum açıkçası. ciddi ciddi, insanların dalga geçtiğim o garip huyları artık canımı sıkıyor. böyle ağızlarını burunlarını kırasım, sonra da oturup pişmanlıktan ağlayasım var. evet evet, böyle manyakça ağlamak istiyorum çünkü SIKILIYORUM! sigara içmekten, çalışmaktan, yemek yemekten zevk almıyorum. mesela canım istediği için ya da aç olduğum için değil de, yemek yemem gerektiği için yemek yiyorum. ama ne var biliyor musun, ne kadar hayati önem taşısa da zorunlu olduğu şeylerden çok sıkılıyor insan.
sonra neden varız biz hala o zaman diyorum kendime. 7 milyar insan var bak bu dünyada, 7 milyarın hepsinin de canı sıkılıyordur eminim. elimizin altında olan herşey kolayca tüketilmeye hazır konumda. mesela en sevdiğim albümü daha bu akşam eve gelirken dinledim bitirdim. artık her şeye kolay ulaşıyoruz, o kadar da kolayca sıkılıyoruz. mesela, bugün akşam eve gelince, nokia ovi store'daki bütün uygulamalara, temalara vs. baktım bir saat içinde. sabah ta işe giderken otobüste düşünüyordum, bilmem siz hatırlıyor musunuz, hani turkcell-im internet sitesi yeni yeni yayına başlamıştı. deneme amaçlı da uzunca bir süre cepten turkcell-im'e girmek ve sitede dolaşmak bedavaydı. taş çatlasın 15 yaşındaydım ve telefonumdan turkcell-im'e girip, hiçbir bok yapmadan aptal saptal o siteyi kurcalamaktan heyecan duyuyordum. şimdiyse, en sevdiğim alışkanlığım olan twitter'a yazmadığım günler bile var. nerden baksan 9 sene önce o aptal turcell-im'den aldığım keyfi şimdi telefonumdaki youtube'dan ve twitter'dan almıyorum. interneti bile tükettik anasını satayım. sıkılıyorum bazen google'ın arayüzünü gördüğümde. ama televizyon izlememek adına yine de açıyorum twitter ve facebook'u.
hadi bunu da geçtim, eski muhabbetlerin de tadı tuzu yok. eskiden, lisedeyken falan okul çıkışlarında eve en fazla bir saat geç kalmamız söz konusu olabilirdi. arkadaşlarla o kaçak göçek gezmelerde neye güleceğimizi bile sapıtırdık biz. şimdi bolca olan zamanda gidip bi kafeye otursan, konuşacak iki kelime bulamıyorsun ve en sonunda konu dönüp dolaşıp demet akalın'ın saç rengine dayanıyor. bu kadar basit mi ya hayatımız, bu kadar basit mi arkadaşlıklarımız. ne yani, paylaşıcak herşeyi tükettik te demet akalın'ın yeni saçı mı oldu gündemimiz. buna daha çok sıkılıyorum işte. onu da yapmasak zaten, sanki bedava sms haklarımızı tüketmeye yemin etmişçesine telefon elimizde birileriyle mesajlaşıyoruz. ne bileyim ben, garibime gidiyor. iletişimin kopması canımı sıkıyor. ben arkadaşlarımla da akrabalarımla da diyaloğumun facebook üzerinden yapılan yorumlardan ibaret olmamasını istiyorum. hayır yani hatalı bi noktam varsa lütfen bildir. yanlış mı düşünüyorum?
öte yandan da, zaman hiç gereksiz bir şekilde geçip gidiyor. evet, hem CANIM ÇOK SIKILIYOR hem de zamanın çok hızlı geçtiğinden şikayetçiyim, burda bi ironi yok. her neyse, zaman diyordum, gereksiz bir şekilde çok hızlı geçiyor. aslında adaletsiz bir biçimde saçmalıyor zaman. geçmemesi gereken yerde geçiyor, geçmesi gereken yerde de nazlanıyor da nazlanıyor. bi dakka ya, neden böyle ki? neden bu kadar acele yaşamak zorundayız her şeyi. daha doğrusu NEDEN BU KADAR ACELE YAŞAMAK ZORUNDAYIZ EN GÜZEL ŞEYLERİ? biri bana açıklasın nolur bunu. tadım tuzum kalmıyor açıkçası. saçmalıklarla dolu bir iş gününde geçmek bilmeyen zaman, en keyifli olduğun anda pıt diye geçiveriyor. size de oluyor mu? yoksa garezi bana mı?
mesela bak ben film izlemeyeli çok zaman oldu. filmler de zamanın hızlı akmasını sağlıyor çünkü. dalıp gidiyorsun filme, bi bakıyorsun bir saat geçmiş bile. evet, tam tahmin ettiğin gibi gözleri saatte dakikaları sayıp, o geçen dakikaların kıymetini bilmeye çalışarak yaşayan biriyim. benim hiç acelem yok, o yüzden de ben hayatımı acele acele yaşamak istemiyorum. ama zaman bi müsade etmiyor işte, bıraksa ya yakamızı bi tadına varalım.

27 Mayıs 2012 Pazar

seviyorum, sevmiyorum..

sabahtan beri PAZAR gününün varlığına hem şükredip hem küfrederek dinlenmeye çalışıyorum. nasıl saçma bir günse, hem bütün hafta iple çekiyorum hem de gelip çattığında içim daralıyor, yüreğim sıkışıyor. PAZAR günüyle de PAZAR günü olmadan da yaşayamıyorum bunu anladım.
her hafta içi PAZAR gününe dair planlar yapıyorum. planlarımın içinde bir tek sabah kahvaltısına gitmek yok çünkü ben sabahları uyandığımda son derece çekilmez oluyorum. bunu bile bile bir de arkadaşlarla kahvaltı için plan yapıp insanlara haksızlık yapmaya hakkım yok. genellikle geceden "yarın ne uyurum ama" dedikten sonra sabah bölük pörçük saçmasapan bir uykuyla idare ediyorum haliyle. uyanınca PAZAR günlerinin olmazsa olmazı şiddetli baş ağrısı da yakamdan düşmüyor. bir tek PAZAR kahvaltısını seviyorum o güne dair. kahvaltı bittikten sonra hemen en keskin ağrı kesici, ardından da kahvaltı üstü sigara.
sonrası, acaba dışarı mı çıksam, duşa mı girsem, televizyon mu izlesem, nete mi girsem ne yapsam acaba da can sıkıntım geçse diye saatlerce oturduğum kanepeden kalkmadan düşünüp duruyorum. zannedersin ki evrenin sırrını çözücem. öyle saatlerce oturup, üstelik kanalı bile değiştirmeden televizyona boş gözlerle bakarak "acaba ne yapsam" diyorum. bi bakıyorum ki saat en azından üç oluvermiş bile. ee geriye kalan zamanda ne yapıcam ki sanki, tekrar oturup zaman ne hızlı geçmiş yaa diye küfrediyorum.
akşam saatlerine yaklaştıkça daha bir geriliyorum, yarını pazartesi çünkü. bu arada en azından insanlık için küçük, kendim için aşşırı büyük bir adım atıp bilgisayarımı açmış, bi kahve içmiş oluyorum. ama bu ikisi gelmekte olan pazartesinin acısını dindirmeye yetmiyor. ciddi ciddi acı çekiyorum. biraz rahatlayayım bari diyerek duşa giriyorum ve bakıyorum ki PAZAR günü bitmiş tükenmiş. hani başka insanlar bu konuda ne düşünüyor bilmiyorum ama, pazartesinin içinde nasıl sanki bir ay gizliyse, hani zaman o denli yavaş geçiyorsa, PAZAR günleri de bir o kadar hızlı geçiyor. sanırım zamanın geçme hızında bi bozukluk var.

ps: bu yazıdaki bütün PAZAR'ların büyük yazılmasının tek sebebi, kendisine duyduğum öfkeyle karışık sevginin göstergesi. herkese iyi pazarlar.

22 Mayıs 2012 Salı

ben öyle olduğunu sanınca

şuraya "hastayım :(" şeklinde bi cümle yazmak istemiyorum. çünkü sürekli yorgun, mutsuz, hasta vs. olmaktan sıkıldım, etrafımdaki insanlara da tiksinti geldi bu cümleleri duymaktan. sürekli ama sürekli bitmek bilmeyen şikayetleri ard arda diziyorum. eskiden böyle bir insan değildim bak, yani çok enerjik çok mutlu çok neşeli olduğum zamanlar da vardı ve ben o zamanları nereye koyduysam bulamıyorum. yani sanırım onları kaybettim, ama bulucam.
tamam elbette insanın şikayet ettiği şeyler olur, sıkıldığı anlar olur ama bu gelir geçer. bendeki yakama yapıştı bırakmıyor mübarek. aslında bir bokum da yok bakma triplerime, sadece mıymıntı ve gıcık bi insan olmak daha kolayıma geliyor. ama böyle olmaktan da sıkılıyorum sonra. yok, ne yapıp edip bu salak hallerden kurtulmam lazım. insanların artık "hayırdır sen durgunsun bu ara" demesinden ve onlara "hastayım" demekten sıkıldım. hadi şimdi üşütmüşüm biraz, ciddi ciddi grip oldum da, şu anın dışındaki zamanlarda ne hastasıymışım çok merak ediyorum amk. hastalık hastası! bingo! bildiğin dümdüz hastalık hastası oldum. hani olur ya, 80 küsur yaşındaki insanlar her an ölebilecekmiş gibi yaşarlar, aynen öyle oldum. yaşım 24 ama ruh yaşım 1000 sanki. ve biliyorum, tamamen psikolojik. sürekli "yorgunum, halsizim, enerjim yok, mutsuzum, hastayım" diye diye kendimi hastalık hastası ettim. iyileşmem lazım amk, napıcam olm ben.
bu yüzden sanırım işten kovulabilitem bile arttı. kimsenin mıymıy mıymıntılanan, sürekli yorgun, sürekli mutsuz bir personele ihtiyacı yoktur değil mi? iş yerindekilere hastayım diyemiyorum iki gündür, ki bu sefer gerçekten hastayım. bu sefer "e sen hep hastasın be wod" diycekler diye korkuyorum. o değil de, civar esnaf adımı sonunda doğrudan ruh hastasına çıkarıcak, beni sürekli hasta olduğunu zanneden şizofren biri olarak anıcak. korkuyorum artık kendimden. aynı zamanda da şu yılgın ve bitkin halimden sıkıldım. ben sana "alışveriş yaparken bile yoruluyorum" diyeyim sen anla durumun vehametini.
her neyse işte, bu şekilde çok zaman geçirdim. tadım tuzum yok. öyle ki bazen "yazı yazamiycak kadar yorgunum, parmaklarım bile yorgun. saç diplerim ağrıyor, sanırım tırnaklarım hasta" diyorum. yuh ama insanın tırnakları ne kadar hasta olabilir ve bu ne kadar can sıkıcı olabilir. üstelik tırnaklarım da hasta değil ha, ben öyle olduğunu düşünüyorum. ne zaman olur bilmiyorum ama en kısa zamanda bu saçma ve boktan ve gıcık duruma çare bulmam lazım. ciddi ciddi KENDİMDEN BIKTIM BEN!!!
hadi herkesi öperim çok :)

20 Mayıs 2012 Pazar

hem zor hem zevkli

ailece alışveriş yapmaktan daha zor olan birşey varsa, o da ailece ev dekorasyonu işine girişmek. daha önce demiştim, babam ani bir kararla "bu eve tadilat yapılıcak parayla yeni ev yaparız" demişti ve hepimiz şokun içine düşmüştük. şu anda bu yazıyı henüz inşaat halindeki eve bakaraktan yazıyorum ve kafamda deli sorular. yer döşemesi, mutfağı, banyosu, oturma odası ıvırı zıvırı derken anasının gözü kadar iş var yapılacak. elbette tüm bunların uygulamasını ben yapmiycam, ama işte seçmesi zor. hele bir de her kafadan başka ses çıkınca annemle birlikte oturup sessizce ne bok yiyceğimizi düşünüyoruz. kardeşimle babam anlamıyor tam manasıyla bu işten. kardeşime kalsa mutfağın yer döşemesi siyah beyaz damalı olucak, beşiktaşlı ya ona ithafen ama olur mu ya allasen? güzel durmaz ki ne o öyle satranç mı oyniycaz mutfakta.
evdeki erkeklerden bu konuda makul ve mantıklı öneriler gelmeyince oturup önce internetten bi bakalım dedik şu mobilya ve aksesuarlara. sevgili ikeanın sitesini açtım, hani en azından bi fikir olsun aklımızda diyerekten. ama siteye "yer döşemesi" diyorsun, o sana bambaşka hiç alakası olmayan şeyler gösteriyor. bakıyorum, aynı dili konuşuyormuşuz gibi de duruyor ama ikeanın arama kutucuğu beni anlamıyor. napalım dedik, koçtaşa bakalım bi de. koçtaş desen ayrı bela, sanırım sitedeki resimleri 2 megapiksel cep telefonu kamerasıyla çekmişler. bej dediği bildiğin kahverengi duruyor, kahve dediği de bildiğin venge rengi. görüntü kalitesi ciddi önem taşıyormuş meğer. şu an aklımızda sadece tesadüf eseri ikea mutfak bölümünde gördüğümüz kırmızı lake mutfak dolapları var. onu da uygulayabilecek mobilyacı bulmak lazım ama. çünkü bir tanıdığın "kırmızı lake banyo dolabı" isteğiyle gittiği mobilyacı kendisine "turuncu lake banyo dolabı" yapmayı uygun bulmuştu. bahanesi de "bu kırmızıya uygun banyo paspası bulamazsın ablam, turuncu her yerde var ama" olmuştu. ne düşünceli di mi? adam "ben nasıl bi bok yedim de kırmızı olucak dolabı turuncu yaptım bilmiyorum" demiyor da, buna uygun paspas bulamazsın bikbik diyor. işte böyle olmayan bi mobilyacı lazım bi de. ha tabi güzel kaliteli ve istediğimiz gibi hazır mutfak bulursak ne ala. ama bulamama umutsuzluğuyla "en iyisi yaptıralım hem sağlam olur hem istediğimiz gibi" diye düşünüp şimdilik mobilyacı arayışındayız.
bu süreçte sevgili kardeşime düşen de bizi hafta sonları ikea, koçtaş, leroy merlin gibi mağazalara, halı bakmak için halıcılara falan götürmek. babam sponsor olmaya devam etsin yeter, kendisinden aramıza katılmasını beklemiyoruz. açıkçası zorunluluğu yok çünkü bir erkekle bile alışveriş yapmak oldukça zorken iki erkekle imkansız gibi olur. bakalım bu akşamüzeri anasının gözü gibi yorucu olacağa benziyor.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

kadınları anlamak zırvası

kadınlar: erkekler bizi anlamıyor.
erkekler: kadın milletini anlamak zor.
sanırım bir tek bu konuda kesin olarak hemfikiriz. yanılıyor muyum?

ama kızlar şimdi adamlar da haklı bakın. yahu bir günümüz bir günümüzü tutmuyor ki. gece biz uyurken yağmur yağsa hormonlarımız, onların aracılığıyla da ruh halimiz etkileniyor bundan. yani en basiti, regl dönemimiz var, bunun öncesi var, sonrası var ve her evresinde farklı psikolojideyiz. ya o dönemde aşırı sinirli oluyoruz, ya aşırı mutsuz, ya aşırı yorgun. o dönemi gayet güzel ve mutlu geçiren bir kadın daha görmedim ben. yahu tipimizin meymeneti kayıyor bi kere yalan mı? yüz şişiyor, karın şişiyor, saçlara ne oluyor bilmiyorum ama benimkiler şekil bile almıyor ve anormal derecede yağlanıyor. hani günde iki kere yıkayıp fönlesem yeridir yani. onlara neyse artık. erkek milletinin, doğal olarak regl dönemi olmadan "aman canım ya prenses bu yenir ki ya yerim yerim" dedikleri kız o evreye giriş yaptığı anda bildiğin orta çağda yaşayan cadıya dönüşüyor. sonra efendim ilişkilerin ilk dönemlerindeyseniz gelsin kavgalar, gelsin tripler bilmem neler. adam der "kadınları anlamıyorum" kadın der "erkekler bizi anlamıyor" diye tabi. ha bak erkekler bunu yaşamadıkları için cidden bizi o dönemde anlamıyorlar ve sanki sakatmışız gibi muamelede bulunanları da var. hayır canım, gelip geçici bişey, sakin olsunlar bence paniğe mahal yok.
tabi bi de bunun dışında da ruh halimizin değişmesine sebep olan çok faktör var. mesela havanın yağmurlu olması bile bi kadını bunalıma sokabilir. düşünsene sabah ne güzel fönünü çekmişsin, giyinmişsin hatta yazsa babet falan giymişsin, evden bi çıkıyorsun aman allahım, havadaki nemden dolayı o canım dümdüz fönlü saç hoopp diye kabarıveriyor. özene bezene giyindiğin kıyafetler ıslanıyor ve babetler de maalesef ki genellikle su geçiriyor. gel de sinirlerin bozulmasın, gel de bütün gün mutlu mesut gez dolaş işte. sıkıyosa yap bunu. surat asmak makbuldür annem o gün. tabi beylere göre bi sıkıntı yok, saçın ıslansa ıslansa ne kadar ıslanabilir. sana bu durumda ne olabilir ey erkek milleti bi cevap versene bana.
sonra efendim bi de bizim "istediğimiz zaman asla güzel olmayan saç ve makyajımız" var. istersen altı saat boyunca hazırlan, eğer olmayacağı varsa olmaz o saç o gün. neden senelerdir saçlarımı dümdüz kullanıyorum sanıyorsun. en azından düz bi şekli yok uğraştırmıyor diyorum ama anasını satayım bazen o bile olmuyor. bi elektriklenmeler, bi birbirine yapışmalar saçmasapan tripler falan sorma yani. hayır saçım bile bana trip atarken ben nasıl insanlara trip atmayayım söyler misin?
eski sevgiliyi görme durumu da o günümüzün içine eder genellikle. erkekler bunu pek takmazlar, yani en azından etrafımdaki erkekler bunu takmıyorlar. ama biz gördüğümüzde "acaba nasıl görünüyordum?" "bana baktı mı?" "gülümseseydim iyi mi olurdu?" "yanındaki yeni sevgilisi miydi?" "öyleyse kız benden güzel mi acaba?" diye diye ömrümüzü çürütüyoruz. o günü de hiç yaşanmamış saymak lazım. aklımızda bu sorular dolanırken bizden kimseciklere hayır gelmez cidden bak.
sonra bi de "mesaj atsam mı, onun atmasını mı beklesem?" "arasam görüşelim desem hevesli der mi?" "aramasam benden soğur mu?" zırvaları söz konusu yeni başlayan ilişkilerde. hayır yani gören de bilimsel deney yapıyoruz zanneder ama yok sadece bu sorularla meşgulüz. keşke bunlarla uğraşıcağımıza bi deney falan yapsak, ne bileyim erkeklerin kadınları kolay anlayabilmesi için bi similasyon falan hazırlayabilsek ama yok malesef yapamıyoruz canına yanayım.
bi de unutmadan, bi düğün vs. bişey varsa, düğüne gidesiye kadar ne giyeceğimizle, ne renk makyaj yapıcağımızla meşgul oluruz. düğüne gittikten sonraki iki gün de kim ne giymişti, nasıldı bunlarla. yani kafa hep dolu azizim. düşünüyoruz, ciddi ciddi bunları düşünüyoruz.
dedikodu olayına hiç girmek bile istemiyorum ama yazıyı bitirmeden kısaca bahsedeyim. efendim, bazen o kadar çok dedikodu yapıyoruz ki, en sonunda olayları ve insanları birbirine karıştırdığımız bile oluyor. işte bundan dolayı kız kıza takıldıktan sonra çok yorgun ve enerjisiz oluyoruz. kafamız yoruluyor. kızların yanından ayrıldıktan sonra uzunca bir süre kafamızda birbirine girmiş olan olayları ve insanları ayırıp doğru bir şekilde eşleştirmeye çalışıyoruz.
işte anasını satayım çoğunlukla anlayamadığınız kadınlar bunlarla meşgul. yani bizim umrumuzda değil ülkede ne olmuş, dünyada ne haltlar dönmüş falan. biz aslında karmakarışık duran ama dümdüz yaratıklarız. sadece cidden yorgun olduğumuz zaman bi sakarlık yapıp sinirimizi zıplatmayın, size anlattığımız her muhabbeti her dedikoduyu ilgiyle dinliyormuş gibi yapın, bizi "arasam mı aramasam mı" ikileminde bırakmamak için günde birkaç kez arayın ve mesaj atın olayı çözersiniz. bi de başka hatunlarla alakanız olmasın tamamdır olay. kadınları anlamak çok zor değil ama bunun için kadın olmak lazım tabi. yani siz erkekler için yine de biraz zor. bi de regl dönemlerimizde "çok ağrın var mı canım" diyerek hastalıklı muamelesi yapmayın da en yakın marketten onlarca çikolata alın olay biter.

kızlara not: cidden böyleyiz ve cidden artık bunları aşıp düz ve sade insanlar olmamız lazım sanki. sırf bu mevzular yüzünden kadın olmaktan sıkılıyorum lan bazen. sırf bilmem kimimizin düğününde bilmem ne halanın kızının ne giydiğini konuşmak zorunda kaldığım için kadın olmaktan sıkılıyorum. hadi siz anladınız beni, öperim çok.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

içimde bi fanatik varmış, yeni fark ettim :)

içimdeki gizli olan fanatiği bu sabah keşfettim. sabahın 07:15'inde uyandım, bi oturdum yatağın içinde ve "bu akşam kadıköyde alcaz olum o kupayı" dedim kendi kendime. hayret bi durum ki ben normalde sabahları "olum yine sabah mı oldu uyuyoduk negzel" derim ilk cümle olarak bu sabah ne alakaysa bi anda içimde bi fanatik bi futbol delisiyle uyandım. tabi maçın saatine kadar işmiş, anneler günüymüş çok da tındı yani. maç saati yaklaştıkça o stres o heyecan o "olum bi an önce akşam olsa maç bitse de şampiyon olsak" duygusunu tam olarak ifade etmem pek mümkün değil.
yalnız o kadar da temkinli bir insanımdır ki, derhal totemimi yaptım, kazancaz, şu kadar gol atçaz triplerine girmedim. yani sonradan yenilince "nooldu olum rengin soldu" denmesine karşı tedbir değil bu elbette. pekala yenilebilirdik te üstelik, hiç de sorun olmazdı benim açımdan hayatımdaki fenerbahçelileri tebrik eder geçerdim. ama ne zaman galatasarayın maçları hakkında çok iddialı konuşsam biz yeniliyoruz olum ya. ne zaman yencez bak gör tribine girsem yeniliyoruz. tamam sevgili galatasaray taraftarı kızma lütfen, artık "kesin yencez b'oluuuummm" demiyorum. biz de o zaman çok nadir yeniliyoruz. efendim her neyse, işte saat yedi oldu mağazadayken aha dedim maç başladı. ama yemin ediyorum ilk yarı bitti haberini alana dek resmen kalp spazmı geçirdim. ne bitmek bilmez kırk beş dakikaymış ya, o kırk beş dakikanın içinde bir yıl gizliydi resmen. bi onbeş dakika rahat ettim derken yeniden stres sardı beni. bu arada esnaftan abiler arkadaşlar falan maçın skoru hakkında sık sık bilgilendirdiler sağolsunlar. o açıdan bi mağduriyet yaşamadım çok şükür. sonra işte ikinci yarı başlayınca baktım saat dokuza gidiyor, soruyorum kaç dakika var diye 15 dakika diyorlar. biraz zaman geçiyor soruyorum tekrar ne kadar kaldı diye yine 15 dakika. amk bi 15 dakika ne kadar uzun olabilir ki dedim yani en sonunda bana sinir geldi. hayır çocukları durduk yerde yordular çünkü daha kadıköyde kupa kaldırıcaz yani enerji lazım.
her neyse efendim maç bitti, pasajdan dışarı bi çıktım, bizim bursaspor taraftarı adliye parkında toplanmış bursaspor adına tezahüratta bulunup seviniyorlar. hayır gidip "ya size noluyo, şampiyon biziz biz sevincez" demek istedim ama çok fazla çevik kuvvet polisi vardı ve beni oraya göndermezlerdi. anlamadım artık neden dolayı bursasporlular bu triplere girdiler ama umarım en kısa zamanda çıkarlar. ha unutmadan kupayı gerekirse sabaha kadar bekleyip kadıköyde alcaz canım, sevgili fenerbahçeliler de bunun futbol olduğunu, yenmenin de yenilmenin de içinde olduğunu kabul etçekler bi zahmet. herkesi kocaman öperim, ama özellikle galatasaraylılar gelin annem bi sarılalım kocaman bi kutlayalım bunu :) hadi iyi geceler.
ŞAMPİYON GALATASARAY!!

10 Mayıs 2012 Perşembe

en çok ani ölümler etkiliyor insanı bu hayatta

insan ani ölümler karşısında tepkisiz kalıyor. bu akşam karşı komşumuz, hem de uzak akrabamız Hüseyin abinin ölüm haberi karşısında ilk anda tepkisiz kalmış olmam gibi. daha bu sabah, hadi en uzak dün sabah selamlaştığım insanın ölüm haberini almak biraz tuhafıma gitti açıkçası. dünyanın ölünebilen bir yer olduğunu bir kez daha hatırladım. ve bu akşam cenaze evinde yaşlıca bi teyzenin -kim olduğuna dair en ufak bi bilgim bile yok- şu sözleri çakıldı kaldı aklıma. "hepimiz kendi çukurumuzu doldurmak için yaşıyoruz" demişti kadın. bir yerde de öyle, çok doğru ve çok haklı. doğduğumuz andan itibaren, önce büyümenin mücadelesine giriyoruz. sonra büyüyünce dost, düşman, iş, para, kariyer vs.. sahibi olabilmenin mücadelesi. en nihayetinde de ölümü görüyoruz-göreceğiz, ki bir çukuru doldurup, belirli bir süre sevenlerimizin içinde acı bırakacağız.
hayatta en önem verdiğim şeylerden biridir cenazelere gitmek. bak şimdi, her evden gelin çıkmaz, her eve gelin gitmez ama her evden cenaze çıkar. insanın acılı gününde yanında olabiliyorsan eğer, gerçekten komşusu, dostu, akrabası olabilmeyi başarmışsındır. sen var da gitme düğününe bayramına, eğer o evde yas varken yalnız bırakmayıp gidebiliyorsan, hal hatır sormanın dışında üzerine düşeni yapabiliyorsan ne alâ. ama oraya sadece "dostlar alışverişte görsün" hesabı laf olsun diye gidiyorsan, hani açıkça söylemek gerekirse ne ölüye ne de yasta olana karşı saygı gösteremiyorsan hiç gitme güzel kardeşim. sevmem cenaze evinde saygısızca davrananları. en yakınım bile yapsa bu saygısızlığı uyarırım, hatta kolundan tutar çıkartırım.
benim iki misli yaşımda, benden çok çok daha fazla ölüme tanıklık eden insanların bu "yasa saygı" durumundan bihaber, tuzsuzca davranmasına da deli oluyorum. en basit örneği, gidildi bu akşam hüseyin abinin evine, baş sağlığı dilendi çocuklarına ve eşine ki en büyük oğlu babamla akrandır, oturuldu evin bahçesine. yanımda iki kızı, bir komşum var. torunları çay ikram ediyor gelenlere, bir bardak çayı zorla içtim, o da "ablam iç hatrım için" diyen en büyük kızının hatrına. komşumuz olan ve annemden yaşça büyük olan ablanın "bu çay çok açık, ben böyle içemem" muhabbetine girmesine de hasta oldum. sanki aile çay bahçesi, sanki ev oturmasına bahçe sefasına gelmişiz. hayır madem o çayı içemezsin neden içiyorsun. hadi çay içip içmemen de beni alakadar etmez de, bu yaşına gelmişsin affedersin ama dinozor kadar kadın olmuşsun, o ortamda nasıl davranılacağını bilmiyorsun. bu yetmezmiş gibi tuzsuzlandıkça tuzsuzlandın be ablacım, biraz sussaydın iyiydi yani. susup orada bir saat adabınla oturabilseydin, ben seni bize davet eder çayını da istediğin gibi demlerdim de ayrıca. ayıp oldu açıkçası, gerçi sen nerden bilicen.
son olarak ta, ani bir şekilde hayatını kaybeden Hüseyin abiye de Allah'tan rahmet diliyorum. nur içinde yatsın inşallah. herkese iyi geceler.

6 Mayıs 2012 Pazar

bazı insanların insanlığına lanet olsun

selam canlar. napıyoruz bakalım, keyifler yerinde mi? nerden baksan bi yarım saattir şu ekrana boş boş bakıyorum cicim. yani aslında bugün de çuval çuval laf söyleyeceğim çok insan var ama, hangisine öncelik vereceğimi şaşırdım. o yüzden böyle en anlam veremediklerimi en tilt olduklarımı bi listeleyeyim istedim. mesela sevgili "ben çok kitap okuyorum, bak görün işte çok okuyorum, çok kültürlüyüm bu yüzden, siz cahilsiniz çünkü okuduğunuz kitapların adlarını her yere yazmıyorsunuz, gösteriş yapmıyorsunuz" mesajını vere vere yaşayan tipler sizden başlayalım mı? de hadi başlayalım o zaman. amacınız ne, ya da hangi amaca hizmet ediyorsunuz bilmiyorum ama bi kere çok sıkıcısınız. kitap okumayı sevdiğim halde sizi sevemiyorum bakın. üç cümlenizden ikisi okuduğunuz kitaplar olunca, iki kelime konuşulduktan sonra "ben kitap okumaya döneyim" dediğinizde ağzınıza fırıncı küreğiyle vurasım geliyor. hayır yani artistliğiniz kime bilmiyorum ama iki satır okuyunca galaksinin ilim ve irfanını yutmuşsunuz da paçalarınızdan akıyormuş gibi davranmanız çok komik. yazıktır olm, hakikaten üzülüyorum. bakıyorum bazılarınızın twitter profillerine, bildiğin yayınevi reklamcısı gibi geliyorsunuz bana. bi de sizin günlük hayatta da yaşamaya çalışan tipleriniz hiç çekilmiyor. "en son bikbiklerin vikvikleri" adlı kitabı okumaya başladım, tabi sen anlamazsın canım nerden bilicen, yazar şöyle iyi anlatmış hikayeyi böyle can vermiş karakterlere bikbikbik -ıyyyykk dedirtenli cinsten- konuşmalarınız hiç çekilmiyor. bakın burada "kitap okumayın" demiyorum canolar, okuyun ama içinizden okuyun, biz de size görgüsüz kıro ya, tüh embesil etiketçi demeyelim oldu mu bebişim? anlaştık mı? hadi dağılabilirsiniz.
bi de başka bir görgüsüz türe değinmek istiyorum itina ile. "şu pantolona zara'da ne kadar para verdim biliyo musun?" diye soran sevgili hemcinslerim. şimdi o pantolonları da, onların fiyat etiketlerini de sakince yere bırakın olur mu? çünkü çok gizli bi bilgi açıkliycam size "daha geçenlerde senin o pantolona verdiğin paradan daha fazlasını ben gidip bi göz kalemine verdim" ama bunu senin dan diye suratına da söylemem. neden mi? çiğ değilim çünkü, ondan olabilir. hayır yani anlamıyorum ben bu yazar kasa fiş rulosu gibi dolanan hatunları. "ay canım ya çantan çok şirinmiş" desen "bilmem nerden aldım şu kadar para verdim" diyor. yahu ne zamandan beri "aa canım sağol ya ben de çok sevdim de aldım" deme olayına son verdik. hani bize ne kaç paraya aldığından. sanki fiyatını soruyoruz, anlama kıtlığı mı var "güzelmiş" diyoruz sadece bebişim. bi de bu insanların sıklıkla düştüğü bi hata var ki ciddi ciddi dövmek istiyorum bu yüzden. herkes çok iyi gelire sahip olmayabilir, malum bu ülkede hayat şartları cidden zor, herkes marka giyemeyebilir. ama bu ikoncan bozuntusu tiplerin kendileri gibi olmayan kadınlara "çok varoş, ay çok ucuz giyinmiş" demesi çok cahilce. yahu sen kimsin ki böyle bir cümle kurabiliyorsun. bi insanı bi pantolona eşşek yüküyle para ödemediği için nasıl küçümseyebilirsin ki? kusura bakmayın ama çok çiğsiniz kızlar. aynı zamanda da çok özentisiniz yani. o güzel kafalarınızın içinde olan ve düşünmeye yarayan organı biraz daha çalıştırsanız kendiniz de akıl edersiniz bunu.
bi de çocuğunun fiziksel ya da zihinsel özrünü gelir kaynağı olarak gören insanlar var. çok sinirleniyorum bunlara çooookk. mesela bi tane adam var, oğlunun adı emrah. kaç yaşlarında bilmiyorum ama emrah sanırım aşağı yukarı 20 yaşlarında. zihinsel ve fiziksel engelli. bu adam emrahı oturtuyor tekerlekli sandalyeye, bütün çarşıyı dolaşıp dileniyor resmen. her cumartesi de bizim pasajda. adam çalışamayacak durumda mı? hayır değil, gayet de çalışabilir. yahu yağmur demeden, kar demeden, aşırı sıcak demeden o çocuğu gezdiriyor öyle kapı kapı. nasıl sinirleniyorum var ya. sanki açlıktan ölecek adam ya. olum gidip çalışsana, senin yaşıtların inşaatlarda çalışıyor biliyor musun? biliyorsun da işine gelmiyor di mi? neden çalışasın ki, sermayen var, zihinsel ve bedensel engelli bi emrah var. koy onu arabaya, gez esnafın kapısını tek tek. günde 100 lira toplasan, haftada beş gün farklı bi bölgeye çıksan eder sana ayda 2000 lira. eh senin de zorluğun var ama, arabayı it falan arkadan. sıfatına sıçayım sıfatında nur kalmamış be amca. bu nasıl bi duygu sömürüsüdür böyle. kendisi engelli olup ta dilenenleri, mendil satanları yine anlıyorum, ulan diyorum bu adam çalışamaz kimse iş vermez ama çocuğunun engelini kullanarak duygu sömürüsü yapıp dilenenlere acayip sinir oluyorum. bal gibi de çalışırsın işte amk, ama içinden gelmiyor di mi? neden yorasın ki kendini. sen ne ananın gözüsün var ya.
her neyse canolar, bazı insanların insanlığına lanet okuma faslını burada kessem iyi olucak. çünkü aklıma geldikçe sinirleniyorum, sinirlendikçe daha çok laf edesim geliyor. laf etsem ne fayda, bazıları hakikaten insanlıktan çıkmış durumda zaten. ne diyeyim ya, Allah akıl fikir versin biraz.

ps: bu arada, kitap okuma mevzusuyla alakalı kısa bi not düşücem. okumayın demiyorum, kitap okumak süperdir, en basiti diksiyonu düzgünleştirir ama allah rızası için bunu da gösteriş yapma unsuru olarak kullanmayın. çok itici duruyor. hadi herkesi öperim kocaman, iyi pazarlar.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

insanlar beni yoruyor artık

merhaba sigaraya gelecek olan 1.50 tl'lik sağlık vergisi, merhaba bitmek bilmeyen hafta, merhaba iç bayan mıymıy insanlar. siz üçünüzden nefret ediyorum bilin de!
şimdi efenim, biz sigara kullanan insanların bu memlekete ne zararı var hiç anlamıyorum. yani sigaramızı alırken vergimizi de ödüyoruz, kullanmayan insanlara "olm nolur yak bak hatrım için başla" telkininde de bulunmuyoruz ama bizle dertleri bitmedi tükenmedi. hayır yani memleketteki bunca insan sigarayı bırakıcak da ne olucak biri bana açıklayabilir mi? tamam, sağlıksız bunu kabul ediyorum ama neticede zararını bile bile kullanıyoruz bu mereti işte kardeşim, özgür iradeyle kullanıyoruz. ben kendi ciğerimi düşünmüyor olabilirim de sana ne amk benim ciğerimden sana ne? istersem zifir karası yapabilirim gayet rahat akciğerlerimi, tertemiz kalsa ne olcak sanki? madalya mı takıcaklar olm bi açıklayın bana nolur ya. aynı zamanda, memleketteki tüm tiryakiler bi anda sigarayı bıraksa, zaten çökmeye yakın duran ekonomimiz çöküvericek. hiç bu açıdan düşünülmüyor ama! ha bak, "sen dert etme bebişim, biz elektriğe, doğalgaza falan senede 12 kez zam yaparak hallederiz bu işi" diyorsan, bu sefer de sigara kullanmayan insancıklara yazık yani. bizi kötü alışkanlıklarımızdan kurtarıcaksınız diye o insanlar anassının gözü kadar fatura ödeyecekler. hani uyandırayım da.
hayır yani, zam üstüne zam geldi ses çıkartmadık. kapalı alanlarda sigara içmek yasaklandı, karda kışta dışarlarda sigara içtik, ses etmedik. nedir bu sigaraya gelecek olan sağlık vergisi zamazingosu. ne gereği var allah aşkına nolur birisi beni aydınlatsın ya! kışın kapalı mekanların balkonlarına, bahçelerine, kapı önlerine bi baksanıza, nasıl da dışlanmış duruyoruz. nasıl da üşüyoruz, öyle böyle değil yani. ay sinirlendim artık ya.
ayrıyetten bu hafta da anassının gözü kadar uzun bi hafta, nasıl bitmek bilmedi böyle, nasıl can sıkıntısından çat diyerekten çatliycam anlatamam. hani pazar olsa da uyusam doya doya, uzatsam ayaklarımı dinlensem, olmazsa kardeşimin yakasına yapışsam "nooluurr beni anatolium'a alışverişe götür, hadi ablam minibüslerde süründürme" diye yalvarsam diye dört gözle pazar gününü bekliyorum ama yok canına yandığımın haftası bitmedi gitti. sıkıldım ya, günleri 3 gün kadar ileri alıversek noolur sanki ha noolur? bi de zaten yeterince derdim yokmuş gibi şu mıymıy mıymıntılanan insanlardan çok fazla var bu ara etrafımda. yani onlar neden bu kadar yavaşlar anlamıyorum. konuşurken ortalama uzunluktaki bi cümleyi tamamlamaları nerden baksan tam 15 dakika sürüyor. yürürken desen resmen adım atsam mı atmasam mı diye düşünüyorlar. kim bu insanları ağır çekimde unuttuysa hemen normal moda çevirsin lütfen. artık tahammül edemiyorum yani ben.

29 Nisan 2012 Pazar

size ciddi ciddi taktım bu ara

merhaba "her işin en doğrusunu ben bilirim" diyen insancıklar, bu arada mükemmeliyetçi takıntılılar size de merhaba, gözümden kaçmadınız, meraklanmayın.
efendim nasıl anlatılır bu, nasıl ifade edeyim duygularımı hiç bilemiyorum. yani öncelikle "her işin en doğrusunu ben bilirim" diyene mi yoksa mükammeliyetçi takıntılı olana mı hazırladığım lafları dizeyim karar veremedim. kafam karıştı doğrusu. neyse, alfabetik gidelim o zaman.
sevgili her işin en doğrusunu bilen -bildiğini zanneden- kişi. sana bu satırları yazarken hiç zorlanmıyorum açıkçası çünkü son zamanlarda "hani bi lazer silahı olsa ilk bunların üstünde denerdim" dediğim insanlar hep senden, hep senin gruptan. hacı bak önce bişey sorcam ben, hani şimdi sen her işin ve herşeyin en doğrusunu biliyorsun ya, nerden biliyorsun tüm bunları? bana da öğretsene olm ya ciddi ciddi çok merak ediyorum bak. ana, yoksa aslında her işin doğrusunu bilmiyorsun da, biliyormuş gibi mi davranıyorsun? ayıp değil mi bu yaptığın. kaç yaşına gelmişsin, eşşek kadar insan olmuşsun, utanmıyor musun sen böyle yalanlar söylemeye. çok ayıp bak, yakışmıyor boyuna posuna. ha bak ben sana "hayır ya herşeyi bilemezsin işte, her işin doğrusunu bilemezsin" demiyorum, orda bi dur. ben sana diyorum ki, "madem herşeyin, her işin doğrusunu sen bilmek istiyorsun, eğer ömrün de yeterse öğren, öyle gel. kendini de kandırma, insanları da. ruh hastası olursun mazallah, üzülüyorum bak." anlaştık mı bebişim? tamam o zaman, bi daha seni öyle artistlikler peşinde görmeyeyim, kırarım ağzını. hadi öptüm çok.
eveett, sevgili mükemmeliyetçi, mükemmellik takıntısı olan arkadaşım, gel şöyle otur da bi konuşalım senle. hayır, ben senin olayını çözemiyorum bak. ulan sanki kendin dört dörtlüksün, olmuşsun kıvamına gelmişsin gibi insanları beğenmiyorsun falan, bu tavırlar hiç hoşuma gitmiyor bilesin. bu mahallede böyle şeyler iyi karşılanmaz bebişim. diyorum ya, kendin dört dörtlüksün, mükemmelsin, aşmışsın artık gibi herkeste kusur bulmalar, hep en mükemmeli aramalar falan, sinir bozuyorsun. bi de, kendindeki hataları biri sana söylediğinde "hayıırr ben hatasız biriyim, mükemmelim, onlar benim hatam ya da açığım değil özelliğim, kişiliğim böyle" yalanını feryat figan savuruyorsun ya, bayılıyorum sana. yemin ediyorum bu tavırlarına tanık olmak en büyük zevkim. yani arada seni kıstırdığımda sürekli sendeki kusurları dile getiriyorum ya, sırf eğlence olsun diye. zevkine yani. ama işte dedim ya, kendini mükemmel zannedip diğer insanların da -senin anlayışınla- mükemmel olmalarını bekleme. herkese göre "mükemmel" kavramı değişir bak bebeğim. görecelidir yani, anladın di mi? tamam, sana da söyleyeceklerim bu kadardı. ha bak unutmadan, aklında olsun "mükemmel" olan bişey yok hem. herşeyin ve herkesin kusuru vardır tamam mı canım. hadi seni de öptüm çok.

27 Nisan 2012 Cuma

bi sakin olsana bence

merhaba sırf herşeye muhalefet olmak için herşeye muhalefet olan insan, merhaba her mantıklı karara zıt bi arıza çıkartan insan, sana laflar hazırladım bebişim.
efendim bu insanlar ne yiyor ne içiyor da bu kafaya geliyorlar hiç bilmiyorum. herşeye karşılar, sadece onları dinleyip hemen onaylayacaksın ki sinir yapıp atarlanmasınlar. aksi halde, gözlerini fal taşı gibi açıp "kesinlikle imkansız, asla olamaz, benim dediğim doğru beniiimmm. bana bak, saksı mıyım ben" moduna girerler ki ammann evlerden ırak dostlar.
illet oluyorum bu tipteki hastalıklı insanlara. çok ilginçler ya, cidden aşırı ilginçler. bi mevzu tartışılır, fikrini ve bildiğini söylersin, bu vatandaş ta hemencik tam zıddını söyler ve "ne alakası var" dediğin anda "tabi doğru, asıl senin dediğinin imkanı yok." cevabını yapıştırır. eğer ki sinir hastası olmadan durabilirsen açıkla bakalım, tabi açıklama gücün olursa. bu nedir anlayamıyorum. insanların bazı tavırları karşısında ben aptallaşıyorum. abi nasıl bi özgüvendir bu nedir böyle. herşeye mi muhalefet olabilir bir insan, anlaşabildiği bir kişi mi olmaz şu hayatta. hiç mi "aman orta yolu bulalım uzlaşalım nolcak sanki üç günlük dünya" demez. nasıl bir mantıktır, nasıl bir psikolojidir çözemedim ben. yani savunma mekanizmasını görsen, aman dersin ya tartışmaya bile gerek yok hiç. ilginç açıkçası. böyle ciddi ciddi kal geliyor bana bazen. sanki dünyayı olduğu gibi vericekler bunlara da, diğer insanları sinir harbinden yok etme eylemindeler. zannedersin ağır küfür etmişler buna da ondan celalleniyor. ne gerek var yani. vallahi yoruldum artık canolar. cidden yoruldum bu tipteki yüksek egolu insanlardan. gördüğüm yerde, ağzını açmadan "amann tamam sen haklısın ben bi defolup gideyim" diyorum. ardından da sıvışıyorum.
bi bulsam panzehirlerini, üstlerine boca edicem de kurtarıcam bu azaptan bak. onlara da yazık ya. insan yorulur herkesle tartışıcam, hep ben haklı çıkıcam diye düşünürken. ben yorulurum şahsen, gerek yok yani böyle şeylere. bir, "hepinizden yaka silktim artık cıkcıkcık" ifadesi dolu günün sonundan herkese iyi geceler dilerim ve kafa dinlemeye doğru ufaktan giderim. hadi öperim herkesi, kalp.

26 Nisan 2012 Perşembe

hadi yarın mutlu uyanalım

o sabah keyfin son derece yerindedir, gayet neşeli bi şekilde işe/okula gidersin ama mutlaka biri gelip keyfini kaçırır. hiç şaşmaz.
hayır, ben artık insanları anlamıyorum. gerçekten anlamıyorum. sabah olur, gayet keyifli uyanırsın, "bugün güzel bi gün olcak" dersin kendi kendine ve biri gelir, mutlaka o günün içine eder. bu genellikle sürekli negatif olan, sinirli olan patron ya da türevidir, bazen bi komşudur, arkadaştır. hayır yani, hiç mi insanın içinde "ya bari bugün mutlu olayım" niyeti olmaz. nereden buluyorlar bu kadar negatif enerjiyi bilmiyorum ama kaynaklarını bulduğum anda tüketeceğim kararlıyım.
ciddi ciddi bazı insanların kafasını gözünü dağıtmak istiyorum böyle olunca. hayır yani sen sinirliysen, sen mutsuzsan, senin hiç içinde pozitif bişeyler kalmadıysa biz ne yapalım. günahımız ne söyler misin? şimdi "pozitif düşün evrene pozitif sinyaller gönder ki iyi şeyler olsun" muhabbetine girmek istemiyorum. zira bu muhabbete inanmıştım bi ara böyle salak salak, evrenden o kadar şey istedim, o kadar pozitif enerji yolladım ama sevgili evren sanırım beni hep ağırlık merkezinden anladı ki herşey ya kötü gitti ya da hiçbişey değişmedi. yani bu "evrenden iste, bütün gücünle iste mutlaka olur" muhabbeti yalan canım. neydi bu felsefenin adı "secret" mıydı? hatırlayamadım, unutkanlığıma ver. her neyse işte, bi dönem evrenden ciddi ciddi bişeyler isteme moduna gelmiştim, evren de bana nanik yapıp "avcunu yala bebişim" diyordu ki, bi silkelendim kendime geldim. yok abi öyle bişey, bunca insanı bildiğin kandırmışlar.
sonra işte evrenle bütün ilişiğimi kestim. hiç enerji falan göndermedim bi süre. başıma da kötü bişey gelmedi çok şükür bak. yani evren küsüp bana trip te atmadı, güzelcene yaşadım. sonra baktım ki aslında pozitif düşününce, pek çok şeyi pozitif görebildiğimizden dolayı başımıza gelen her mevzunun iyi taraflarını görüyormuşuz. o zaman dedim ki kendi kendime, madem bu iş böyle, madem ki hakikaten neşeli olunca genç kalıyo insan o zaman ben de hep neşeli olurum. yani en azından olmaya çalışırım. zaten yapım itibarıyle öyle pek te dert edinen biri değilim. yani sorunları akışına bırakmayı falan bilirim. hani üzerine gidilecek bi mesele varsa gidilir de, boşa kürek çekmenin de manası yok bence.
her neyse işte, ben böyle kendi çapında mutlu mesut yaşayabilen biriyim ama etrafımda öyle mutsuz ve umutsuz insanlar var ki, yemin ediyorum varlıkları beni darlıyo. sabahın köründe bile olsa, hiç tanımadığım biri bile olsa hani günaydın demesem bile bi gülümserim ben bana gülümsüyorsa. ama bunlar "günaydın, off ne lanet bi gün, allah herkesin topluca belasını versin" modunda oluyorlar. sorasım geliyor "yahu ne oldu, trilyonlarını borsada mı kaybettin, evin mi yandı, babanneni bilezikleri için mi kaçırdılar, kocan mı aldattı, sevgilini kankanla mı bastın nooldu da böylesine nefret dolusun sen?" diye. bi insanı sabah sabah ne bu kadar mutsuz edebilir, anlamıyorum. sabahları keyifsiz olan insanları anlıyorum da böylesine nefret dolu ve mutsuz olanları anlayamıyorum. ne yaşadılar ki bu insanlar bu hale geldiler. kim ne yaptı acaba, bilmek istiyorum.
bu yazıyı okuyan herkesten çok rica ediyorum, sabah uyandığınızda "allahım ne lanet bir gün" demeyin. bi bakın etrafınıza, olmazsa camdan dışarı bakın ve "olm güneş var hava ne güzel, güzel bi gün olcak" diyin de, benim gibi güne iyi başlamaya çalışan garibanların psikolojisini yerle bir etmeyin. bugün 38 polyanna gücünde olan wodka herkese iyi geceler diler efendim. sevgiyle kucaklarım öperim falan. :) kalp.
 
↑Yukarı