23 Kasım 2013 Cumartesi

kod adı: zabit

selam arkadaşlar. ikinci bir mavi-yeşil durumuyla baş başayız. bu kez esas oğlan bir adet zabıta memuru. ona kendi aramızda kısaca zabit diyebiliriz.
birkaç gündür zabitle bakışıp duruyoruz. ilk başta, yok lan o kadar da yakışıklı değilmiş aslında dedim ama az önce bütün facebook'u arayıp, adını bile bilmediğim şahsı sonunda bulduktan sonra "oha lan adam çok yakışıklı" oldum. ama ağlamak istediğim bi mevzu var. şöyle ki; profilini açtım, tek tek bütün fotoğraflarını inceledim, her fotoğrafa kimler yorum yapmış, kimler beğenmiş hepsine baktıktan sonra ilişki durumuna bakmak geldi aklıma. aha! ilişkisi var yazıyo orda aptal facebook bi de yanına kalp koymuş.
açıkçası, emelle görüşüp durumu istişare ettikten sonra ikimiz de aynı kanıya vardık, bizce ilişkisi falan yok. nerden mi uyduruyorum? bak şimdi, insanın kız arkadaşıyla numunelik te olsa en az bir adet fotoğrafı olur. olmalı yani. öte yandan sevgilisine dair en ufak bir ipucu da yok facebook profilinde. ya canım şu açıdan düşün, hadi diyelim facebook'ta ilişkinizi ilan etmiyosunuz aman akrabalar duymasın şu olmasın bu olmasın muhabbetine böyle bi bok yiyosunuz kimse öğrenmesin diye. sevgilinin fotoğraflarını layklamaz mısın? ben hepsini layklarım bence. mutlaka bi iz olur yani.
sonra ben duble bi sazanlık yaptım ve albümlere tıklayacağıma gittim adamın profilini takibe aldım. sonra takibi bıraktım. takibe alınca bildirim gidiyo muydu lan? gidiyosa her ihtimale karşı derhal bi bahane düşüneyim.

bu arada sevgili Allah'ım, hani ben bu adamı beğendim ya, sahibi olarak beni tayin et lütfen ve bana bağışla. amin.

3 Kasım 2013 Pazar

nabıyonuz? çenem düştü yine, gün aşırı yazmaya başladım nerdeyse ahah. nabıcaz böyle arkadaşlar ya? yani, bi abukluk yok mu sizce de gidişatta. sizin de canınız sıkılıyo mu? ne çabuk geçti anasını satim şu zaman diyo musunuz? ben sabah öğle ve akşam olmak üzere hem aç hem tok karnına bu cümleleri kuruyorum zaten. ya, aslında hayatımla ilgili bazı değişiklikler yapmak istiyorum ama neresinden başlayacağıma dair net bi fikrim yok. belki biraz dışarı çıkmak iyi gelebilir diyorum. yani en azından hafta içi akşamları dışarı çıkayım diyorum, hoop haftada bir gün metro avm stant koydular iş programıma ve "yalan oldu".
yoruluyorum ya. bu miskinliğin, evden çıkmak istememe duygusunun başka adı yok. yoruluyorum anasını satayım. bi yerden sonra da düşününce, yaptığım işi de seviyorum biliyo musun? hani, daha az yorulacağım bi iş bakayım fikrine yanaşamıyorum. sanırım "ha şimdi, ha üç gün sonra, ha altı ay sonra" diye diye upuzun yıllar geçiricem. nabalım, böylesi de güzel.
bu arada, çilekli ve ahududulu çayı ürettiği için liptona çok teşekkürler. nerden baksan günde üç beş fincan içiyorum. böyle huzurlu bi çay daha olamaz. her neyse, konumuz lipton değil aslında. konu da yok, o ayrı bi mevzu. canım sıkıldı, miskinlik de bi yere kadar dedim blog yazıyorum işte. biraz blog okuyayım dedim ama Ahu'nun ve Platon'un blogundan başka okunacak blog bulamadım sayılır. buraların da tadı kalmadı diyorum da inanmıyosunuz siz bana. eskiden böyle miydi, yeni postları okumak için hatrı sayılır zamanımızı geçirirdik pc başında. oku oku bitmezdi yazılar.
ya bu metro avm'deki kızlar kafayı yemişler insansızlıktan. hiç sevmiyorum orayı zaten ölü gibi bi yer. sanki huzur evine gitmişim gibi, eğlence sıfır. muhabbet sıfır. insan nerdeyse sıfır. orda çalışan personelin de psikolojisinin bozulmasını, kafayı yemiş olmalarını anlayışla karşılıyorum ama muhabbetleri sarmıyo ve aşırı kompleksli tipler. neyse şuraya kocaman bi YAPACAK BİŞEY YOK yazalım da, belki yapacak küçük bişey olur ve bu saçmalık da en kısa zamanda sona erer. öpüyom herkesi, yani genelde süper geçen bi gün değil pazar günleri biliyorum ama İYİ PAZARLAR arkadaşlar <3

1 Kasım 2013 Cuma

ne zaman ki insanları ciddiye almayı bırakıyorsun, hayatın seni daha az yorduğunu fark ediyorsun. ne zaman ki hayatı ciddiye almayı bırakıyorsun, belki deli diyorlar, belki "ahahah manyaksın" diyorlar, ama hayattan zevk almaya başlıyorsun. oturup enine boyuna bi düşünsene, canını sıkmaya, keyfini kaçırmaya değer ne var hayatında? koca bir hiç mi? o zaman boşver, bak keyfine.


yaşaman için sana verilen süre bin yıl dahi olsa aslında sadece "şu saniye"den ibaret. bir önceki geride kaldı. umarım geçmişe takılıp kalmıyorsundur. eğer geçmişe takılırsan "şu saniye"ni yani "hayatını" boşa harcamış olursun, benden söylemesi. bir sonraki dakikayı yaşayıp yaşamayacağını sen de bilmiyorsun. çok aptalca bir ölüm sebebi ama, belki birkaç dakika sonra tükürüğünü yutamayıp boğulacaksın. insan başına gelmesi muhtemel olan şeyleri önceden kestiremiyor ne yazık ki. 


bişey sorucam? sen de o "insanlar hakkımda çok iyi şeyler düşünsün" diyenlerden misin? bence olma. bak şimdi, insanların en büyük hobisi, birilerinin hayatlarını yargılamak, birileri hakkında kesin hükümler verip etiket basmaktır. sen kendi hayatını yaşarken "bu benim hayatım" diyebiliyor musun? kendi hayatını, kendi alışkanlıklarını, huylarını, karakteristik özelliklerini sahiplenebiliyor musun? yoksa üzerinde emanet gibi duran bi yaşam tarzın mı var? önce kendine sahip çıkmayı, insanların hakkında ne ve nasıl düşündüğünü önemsememeyi öğren. sonra kendi hayatını, kendi karakterini yaşa. kimseyi taklit etme. inan bana kendin olarak yaşadığın her an dışarıdan bakınca mükemmel görünüyorsun.


ve bir de, dış görünüş önemli değildir masalına inanma. insanların huyu değişmez derler, o da yalan. birini yeterince seviyorsan veya birşeyleri değiştirmeyi gerçekten istiyorsan ve bunun için içini değiştirmen gerekliyse, evet bunu yaparsın. herkes için aynı şey geçerlidir. zaten böyle böyle gelişir karakter dediğin şey, böyle böyle şekillenir. bunun bir adım daha ötesi "nabza göre şerbet vermektir" ki bunu başarabiliyorsan, şahane. her neyse, konumuz dış görünüştü. kendinden emin durduğun zaman ayakların yere sağlam basar. dış görünüş dediğin şey duruşundur zaten. dik dur, asla salma kendini.




son olarak, renkli bir hayat mı yaşamak istiyorsun? daha doğrusu, birileri gelsin, hayatına renk katsın mı istiyorsun? üzgünüm ama, kendi hayatını ancak kendin renklendirebilirsin. biraz kımıldaman gerekicek. madem renk istiyorsun, eskidiğini düşündüğün herşeyi hayatından çıkart.
ha bi de, insan bi cadılar bayramımı kutlamaz mı ya? ne ayıp :( öptüm, sevgiler <3

28 Ekim 2013 Pazartesi

medeni durum: kadrolu single

selam. uzun zamandır dizüstü edebiyat'tan kitap okumamıştım. en sonunda Canan Saka'nın (agda_bandi) kitabını aldım. yalnız kızların 41 kuralı'nı yani. şöyle söyleyebilirim, kitabı okuduktan sonra "aha şu hususlara dikkat edersem yalnızlık durumu sona erer" demedim ama YALNIZLIĞIMI SEVDİM arkadaşlar. neden mi? ilişkiler zor, ilişkiler kafa karıştırıcı, ilişkiler yıpratıcı. peki nasıl olcak dersen, bilmiyorum kanka. valla bilmiyorum. yani sanırım ben hem istiyorum seksen yüz yıl kadar daha böyle kafam rahat, ilişki durumum dümdüz SİNGLE olsun, hem istiyorum vakitlice bi ara evleneyim de bi de çocuğum olsun. ha nasıl olcak, hiçbir fikrim yok.
yalnız kitapta bi bölüm var ki aha dedim işte hislerime tercüman. bilmem kaçıncı kuraldı hatırlamıyorum, hangi bölüm olduğunu unuttum ama tam da dediğim gibi "BENİM MEDENİ HALİMİN DERDİ SİZİ Mİ GERDİ?" temalı bi bölümdü resmen. hani böyle siz yalnız mutlusunuzdur da, etrafınızdaki herkes ananız babanız da dahil yalnız olmanızdan memnun değildir ya, onu anlatıyodu işte Canan. hatta dur üşenmedim baktım kitaba, 40. bölümmüş "YALNIZ KIZLAR". yani şimdi Canan görse bu yazıyı belki de "amk koca kitaptan anlaya anlaya bu bölümü mü anladın" diycek ama napabilirim arkadaşlar. ben düzenli olarak SİNGLE'ım zaten. bıraksın da normal olarak benim yalnızlığımın üzerine toz kondurmayayım azıcık.
en son kuzenim takmıştı yalnızlığıma. "bul artık birini bak yoksa tufanla evlendircem sizi" diye de tehdit etmişti. tufan burda esas kahraman değil, beyaz atlı prens hiç değil. teoride de pratikte de bildiğin böyle düpedüz bi öküz Türk erkeği olur kendisi. ne alakaysa, hep beni onla tehdit ediyor kuzenim de. NAPAYIM AMK BEN TUFANI diyorum ama ısrarcı. amaan, mesele aslında yalnızlığımla ilgili milletin dertle şişen içi. ya siz anlamıyonuz ama ben belki mutluyum böyle? öyle bi kurgulanmışız ki, doğup, büyüyüp, evlenip üremek zorundaymışız gibi bi izlenim var. ya çok pardon ama, sen kafakağıdımda yazan yaşa aldanma bence. benim ruhum çocuk daha. ya ben hala daha bir buçuk yaşındaki yeğenimle oynarken bildiğin altı yedi yaşıma geri dönebiliyorum. canım sıkılınca ergenler gibi yatağa kendimi atıp pöyküre pöyküre ağlıyorum. ya oturup çizgifilm izlerken heycanlanıyorum. pardon ama, ne evlenmesi amk? bence ciddi bi ilişki bile benim için fazla ciddi ki sıkılıyorum. biri benle fazla ilgilenince de sıkılıyorum, ilgilenmeyince de sıkılıyorum. belki de ilişki insanı değilimdir.
en komiği de, insanların en mahremine kadar burnunu sokan konu komşu tayfası. ya sizin hiç işiniz gücünüz yok mu allaşkına. her karşılaştığımızda "evlenmeyi düşünmüyo musun daha?" demenin mantığı var mı? "düşünüyorum, hatta krediye başvurdum, banka kredi verince kendime üç kilo koca alıcam" desem annem bi yanda, hiç cevap vermesem kendime kıyamam İÇİMDE KALIYOR ÇÜNKÜ. allaaşkına işinize gücünüze bakın olm. ne bileyim git bi ev temizle, yemek pişir, ütü yap ama insanların hayatlarıyla alakalı yorma o güzel beynini bebişim ya. yazık yepisyeni beyini yıpratma boş işler için. zaten bu yaşa kadar kullanmamışsın bile, niye yıpratıyosun şimdi canım mekanizmayı.
sonuç olarak, yalnızsanız ve yalnızlıktan mutluysanız boşverin amk milletin keyfi için huzurunuzu bozmaya değmez bile. baktın kafana göre ilişki atla direkt. ama baktın oluru bile yok, sırf yalnız kalmamak adına değer mi lan onca kahıra? bence değmez. ha bu arada, kitabı okuyun. kitap çıkalı ne kadar zaman oldu ama ancak okuyabildim tebrikler bana. çok samimi, çok eğlenceli bi kitap yazmış ki, sayesinde sabah uyandığımda "BEN SİNGLE MUTLUYUM OLM" diye kalktım yataktan. neyse işte, öpüyom herkesi <3

20 Ekim 2013 Pazar

nabıyonuz?

nabıyonuz? yazmayalı nerdeyse yıl olcaktı, insan yazı yazmayı da özlüyor canım. blogger'da okumalık çok fazla blog kalmayınca darlandım, uzaklaştım. açıkçası, eskiden çok eğlenceli bi oluşumdu. insanlar AMAN BENİM BLOGUM YÜZBİNLERCE KEZ TIKLANSIN derdinde değildi sanki ve yazılanlar samimiyetle okunuyordu, söylenecek birşeyler varsa yorum yapılıyordu. şimdi, blog yazarları grubuna baktığımda bile sadece makyaj bloglarının post gönderilerini görüyorum ve açıkçası midem bulandı bundan. bilen de yazıyor, bilmeyen de. abi ben anlamıyorum, madem makyajı, kozmetiği, cilt bakımını bir blogger'dan öğrenmeye hevesli bu insanlar niye o kadar güzellik ve cilt bakım uzmanı var. millet kafayı yemiş ya. yazılanlara bir bakıyorum, işe yarar tek bir bilgi yok. ürünün arkasındaki etikette ne varsa yazmış abla, hoop makyaj blogger'ı oluvermiş. Türkiye'de bişeylerin uzmanı olmak çok basit.
hayatıma gelince, yakın olduğum birkaç kişi bilir, çalıştığım mağaza değişti kısa bir süreliğine. bu mağazanın müdürü doğum iznine çıkınca hoop beni gönderdiler joker olarak. ilk başta millet çocuk sevicek diye ben düzenimden oluyorum diyerek ağlandıysam da, bilirsiniz paranın yüzü tatlıdır, kolayca alıştım sonradan bu mağazaya. en güzeli de, tek başıma çalışıyorum. tamam zorlukları var elbette ama, kafam çok temiz böyle. mis gibi.
aşk hayatım her zamanki gibi ölü arkadaşlar. zaten erhan abi çok iyi bi tespit yaptı geçen gün. "hep burdasın, ne ara birilerini tanıycaksın da aşık olucaksın" diyerek olaya son noktayı koydu bence. adam haklı. hani kalbimde yaprak dahi kımıldamadığı için bir iki satırla gönül işlerini özetliyorum bebeyimler.
geçen şubatta nagiş'te kolon kanseri çıkmıştı. testler, tahliller, ameliyat, kemoterapi derken teyzemlerle birlikte kocaman bi aile olduk. şimdi yine hastanede gerçi. en son ameliyatta ölümden döndü. iyileşsin diye dua edin, çünkü iki çocukları var. boş zamanlarımın çoğunu bizim fındıklarla geçirsem de yine de anne ilgisi gibi olmuyo arkadaşlar. nagiş'in sırf bu yüzden bile hayata daha sıkı tutunması lazım.
bişey sorucam, canımız sıkıldığı zaman napıyoduk? sabahtan beri bütün online alışveriş sitelerini gezdim, kendime bir kere kullandıktan sonra bir daha hiç kullanmayacağım derecede gereksiz bişeyler almamak için Beril'e (yeğenim) bişeyler aldım, d&r'dan kargoyu bedavaya getirmek için bir kitap yerine üç kitap aldım şimdi napıcam bilmiyorum. aslında bi evden çıksaydım iyiydi de, miskinlik yapmaktan dışarı çıkamadım. saat de şu an tam olarak "bu saatten sonra nereye gitçem ya, oturayım en iyisi" saati. hayır, otururken de beni oyalayabilecek bişeyler yapsam çok iyi. daraldım. ha bi de, çArşı'nın kitabı çıkıcaktı "çArşı geliyooor!" adında, çıktı mı? bilen var mı? d&r'da bulamadım bugün. sabırla bekliyorum. malum, son gezi olaylarından sonra çArşı grubu inanılmaz bi sempati oluşturdu. bunca yıllık galatasaraylıyım, utanmasam çArşı için beşiktaşlı olucam o derecede.
her neyse, lafı uzatıp fazla kafa ütülemeden herkesi öpüp kaçıyorum. kısa zamanda görüşürüz.

25 Ağustos 2013 Pazar

insan kendi kaderini kendisi yaratır gibisinden bişeyler söylemişti. cümleyi tam olarak hatırlayamıyorum, bu aralar hafızam berbat, ama manası tam olarak böyleydi. kendi kaderimi yaratmak için geç mi kaldım endişesi uyandırdı en başta. ama hayır, yaşadığın her an, ağzından çıkacak herhangi bir cümleyle bile bir anda kendi kaderini değiştirebiliyormuşsun. yakın zamanda tecrübeyle sabitlediğim şeyin aslında tam olarak bu anlama geldiğini anlamam biraz geç oldu, ama anladım.
bu aralar her sohbet sonrası kendime sorular sormaya başladım. ya bişey sorucam, kendini kaç yaşında hissediyorsun. kafakağıdında yazan yaş mı? daha mı yaşlı ya da daha mı genç? yoksa hala çocuğum ben ya mı diyorsun, bedeninin eşşek kadar olmuşluğuna bakmadan. kendimi çocuk gibi hissediyorum. öyle bir neşe, öyle bir mutluluk işte. uzun zamandır ilk defa mutlulukçuluk oynamadan mutlu olduğumu hissediyorum. kim bilir, belki bir anda başka bir sele kapılarak hayatımın akışını, yakın gelecekle ilgili planlarımı değiştirmeme borçluyum bunu. belki ciddi anlamda kaderimi değiştirdim, aradan zaman geçince daha iyi anlayacağım bunu. yaşadıklarımdan ders almalıyım, sen de ders almalısın.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

uzak

uzaklaşma isteği duyuyosun. kaçıyosun.

arkama bakmadan, kimi ne halde bıraktığımı düşünmeden kaçtım. kendime sığındım be en nihayetinde. çok uzakta değilim aslında. belki yıllardır ihmal ettiğim, göz ucuyla baktığım, ne hissettiğini sormadığım, mutlu mu onu bile bilmediğim kendime sığındım. insan, önce kendisiyle halletmeli bütün meseleleri. içine sinmiyorsa, ömür boyu içine sinmeyecek bi hayatı yaşamaya niye mahkum ediyosun kendini? ya bi düşünsene, içime sinmedi diyerek, bok püsür bahanelerle kaç insan evladı kaçtı senden? kaç gece ağladın, ağladığını zerrece sallamayan insanlar uğruna. bi adam uğruna kaç dostuna sırt çevirdin? en sonunda ne güzel yapayalnız kalmadın mı? korkmadın mı kendinden? bi delilik yapasın geldiğinde ayağına bağ olan insanlar olmadı mı? bi kere de sen kaç? kovalanmayı beklemeden kaç, nolucak?
o kadar yorulmuşum, o kadar uzak durmuşum ki kendimden, bazen hangi söylediğimin doğru olduğunu ben de bilmiyorum. kendime karşı samimiyetimi kaybettim be. bundan daha kötü ne olabilir hayatta? net bi fikri olan var mı? niye bu ciğerine tükürdüğümün insanları şekil vermiş ki hayatıma. biri bi kural koymuş, uymuşum. biri bi sınır çizmiş, beklemişim tam sınırda, gel der mi diye. demiyolar anasını satayım. gülerken herkes yanında olur, ama oturup ağladığında köpek gibi yalnız olursun. en güzeli. gerçekten önemi yok.
uzaklaştım bu yüzden. hatta uzaklaşmakla da kalmadım, bana ait olduğunu düşündüğüm o hikayeyi kalıcı olarak sildim. içime sinmemiş işte ne var? demek ki ondan kopup başka birine ilgi duyabilirmişim. hatta o başka birine de siktiri çekip tamamen arındırabilirmişim kalbimi yüklerinden. aşk var mı? aşk diye bişey yok dostum. eskidenmiş o aşk dediğin senin. insanlar birbirini bu kadar kolay bulup kolay kaybetmezkenmiş. yalan söylerken yüzümüzün pancar gibi kızardığı günlerdeymiş. nerden baksan dinozorların nesli tükendikten sonra falanmış gerçek aşklar da işte. sonra onların da nesli tükenmiş.
ne istediğimi gerçekten bilmiyorum. zaten ne istediğim bile umrumda değil.
al bu da gecenin şarkısı olsun
sezen söylesin

28 Nisan 2013 Pazar

serbest atış

nasıl yazı yazmaya başlayacağımı unutmuşum. kısa ya da uzun fark etmez, bir giriş cümlesi yazabilmek için yirmiye yakın cümle yazdım sildim. insan ara verdikçe uzaklaşıyor bir şekilde. ne olduğunun, ne kadar ara verildiğinin pek bir önemi yok en nihayetinde. açıkçası mutfakta sigara içerken aklıma geldi yazı yazmadığım. hoş aklımıza ne geliyorsa sigara içerken geliyor o da ayrı aslında. oturursun günün herhangi bir saatinde, boşluğu görmeye çalışarak yakarsın bi sigara ve o anda kafanda bi senaryo ilerlemeye başlar. bir sigara molasında, maksimum yedi dakikada başka bir hayata geçersin ve dönersin kendi sıkıcı hayatına.
zaman akışım pek hareketli değil bu günlerde. aslında uzun zamandır. sevgilimin yanıma geleceği günler dışında oldukça hareketsizim. sabah kalk işe git, bir sürü insanın isteklerini dinle, akşam eve gel, yemek ye, kahve iç, sigara iç, bilgisayarı aç candy crush oyna. can bittiğinde alışveriş sitelerini gez, kredi kartı ödemelerini hatırla, siteleri kapat ve candy crush'a devam et. sonra yat ve uyu. geçen hafta hemen her gece aynı saatte uyandım. 04:36. biyolojik saatim tıkır tıkır çalışıyor.
insanlara bakıyorum, napıyor bunlar böyle diyorum. çok acelemiz var vesselam. arı sürüleri gibi sağlı sollu koşturuyoruz caddelerde. cadde demişken, bu ara bursa trafiği çok fena. zaten hep acelem var, daha da acele ediyorum. hayat filmlerdeki gibi olmuyor işte, vapuru, otobüsü son dakikada yakalayamıyorsun. geçip gidiyor önünden, el ediyorsun, durmuyor. durmaz ki zaten. çok zaman kaybediyoruz vesselam. bu hafta geçti, haftasonu geldi diye seviniyoruz ama, zaman kaybediyoruz. öyle bir rutine bağlanmış ki hayatımız, üç kuruş para kazanmak uğrunda koca koca caddelerde, kocaman insanlara şaklabanlık yapıyoruz yeri geldiğinde. bazen alış verişe gittiğimizde normal standartlarda asla selam vermeyeceğim birine ağzım yırtılırcasına gülümsüyorum, biraz tiksinmeyle birlikte. kim diyor yanımdaki. bi müşterim diyorum. birkaç gün içinde gelip maksimum yirmibeş liralık alışveriş yapacak diye tiksine tiksine gülümsüyorum. maksat müşteri kaybetmemek. malum, rekabet piyasası ağzımıza sıçmakta son günlerde. sırf senin dükkanından alışveriş yapsın diye adamdan saymayacağın insanlara gülücükler saçmıyorsan anlamazsın bunu. kapitalist sistemin iyice ağzımıza sıçtığı günlerdeyiz yani.
insanlar da öyle bi ilgi alaka delisi ki sorma. sanki hayatında hiç sevilmemiş. sanki onu önemseyen kimse olmamış gibi ağzını burnunu yamulta yamulta alıyor senden ürünü. ulan dümbelek, aldığın mal en fazla yirmibeş lira. havan kime? diyemiyorsun tabi. yine bekleriz efendim diyerek uğurluyorsun oç'yi. üstüne bi de kendinden tiksinerek gülüyorsun. onu gördüğüne çok mutlu olmuş gibi. sonra saate bakıyorsun, yemek saati gelse de bi sigara içsem diyorsun. içimden küfrederek dışımı mutlu göstermeyi öğrendim. bu sene çok büyüdüm lan ben. yirmibeş olucam mayısta. diyorum ya, zaman kaybediyoruz. en kısa zamanda çok mutlu olmam lazım. kısa bi anlığına da olsa.
ne diyordum, kapitalist sistem ağzımıza sıçıyordu di mi? geçenlerde biri elime bi kişisel gelişim kitabı tutturdu. adını bile hatırlamıyorum inan. bu ne dedim. kitap dedi. salak gördü beni zaar. oysa ben armut zannetmiştim. ne kitabı dedim, satıyorum dedi adam. yok ben almam dedim. neden, kitap okumaz mısın dedi. sana ne dedim. kızdı, gitti. o anda milyon tane derdim var, yan dükkandaki kıvırcık saçlı kızdan nefret ediyorum, akşamki maçın sonucunu tahmin etmeye çalışıyorum, çıkış saati gelsin diye bekliyorum adam gelmiş bana kendi yazdığı kişisel gelişim kitabını pazarlamaya çalışıyor. oğlum o kitapta yazanlar işe yarasa sen kitabı kapı kapı pazarlamazdın zaten, kimi kandırıyon? bu arada çakralarım mı açıldı noldu bilmiyorum ama fenerbahçe'nin lazio'yu iki sıfır yendiği maçtan itibaren maç sonuçlarını tahmin ediyorum. (sadece fenerbahçe maçlarını. not:galatasaraylıyım) hatta benfica'yla yarı finalde eşleşeceğini bile tahmin ettim. nerden geliyo bunlar aklıma bilmiyorum.

9 Ocak 2013 Çarşamba

yazmayalı çok oldu ifadesi

bloga yazı yazmayalı yine çok uzun zaman oldu. üzerimde nasıl bir tembellik varsa artık, üç cümle yazıp ekrana boş boş bakmaktan başka bir girişimde bulunamadım yeni yayın için. en son yazı yazdığım tarihten sonra kardeşimi askere gönderdik, ıspartaya yemin törenine gittik, ıspartada öyle bi üşüdüm ki bursaya geldiğimde soğuğuna kurban olasım geldi, sonra bademciklerim şişti, hastalıktan süründüm, sürüne sürüne işe gittim, yaklaşık 30 adet antibiyotik hap yuttum ve her seferinde "yani insan bi düşünür, ben su içemiyorum boğazım acıdığı için bu kocaman ilaçları nasıl yutayım olm ya" diye ilaç firmalarına isyan ettim, sonuç olarak hala biraz bademciklerim acıyor ve ben hala o kocaman antibiyotikleri yutuyorum. resmen vücudumdaki mikrop benden daha kuvvetli çıktı ve beni yenip duruyor.
yeni yıla da hasta girmiş bulundum böylece ama "yeni yıla nasıl girersen bütün yıl öyle geçer yea" inancı taşıyanlardan değilim çok şükür. ben sadece hıdırellez günü leyleği havada görürsem bir dahaki hıdırelleze kadar hep gezeceğime inanıyorum sadece. inancım bu kadar. bugüne kadar da leyleği hiç havada görmediğim için evdeki minderden farkım yok. çalışmadığım zamanlarda nette online değilsem kesin ya uyuyorumdur ya da koltuğa yapışmış tv izliyorumdur. hayattan aldığım keyif te bu kadarcık. ne gerek var kendimi sokağa atıp bedenimi yormaya. aslında çalışmak için her sabah erkenden uyanmak ta çok saçma ama işte kendi ihtiyaçlarımı karşılamak için bile olsa ÇALIŞMAK ZORUNDAYIM! hayat çok zalim, her gün sıcacık yataktan çıkıp işe gitmek çok acımasız bi duygu. biliyorum, herkes benimle aynı fikirde. gelin sarılıp ağlayalım olm.
sigaraya gelen zammı yine kınıyorum. olm sanki tekel bayiden sigara almıyoruz da torbacıdan uyuşturucu alıyoruz gibi hissediyorum bu fiyatlarda. insaf ya. resmen memleketin giderini biz karşılıyoruz ödediğimiz vergilerle. bi dahaki seçimlerde akıllı davranıp sigara kullanan birine oy verelim bakın. halden anlar en azından. bu ne ki böyle, kapalı alanlarda içme, dur ben fiyatları öyle anasının gözü gibi yükselteyim de paran yoksa yine içme. e napıcaz peki? çayırdan çimenden ot mu yolalım da sarıp içelim? var mı bi önerisi olan?
film izlemeyen bi dangalaktım, artık ara sıra film izliyorum. midnight in paris'i çok sevdim mesela. ilerleyen zamanlarda tekrar tekrar izlemeyi düşünüyorum hatta. izlemeyen varsa şiddetle öneririm. filmi anlat konusu ne falan diyen varsa avucunu yalar çünkü film/dizi/kitap anlatma konusunda berbat biriyim. öyle ki, filmi ortasından anlatmaya başlarım, sonuna yaklaşınca başını anlatmayı unuttuğumu hatırlarım, başını anlatırım sonra sonunu getiririm ve benim sevgili dinleyicim oracıkta beni doğramak ister. doğramak demişken, yan dükkan komşumuza acayip gıcık oluyorum yine. adam bazen gözüme sevimli gözüküyor, bazen de bi çay kaşığı suyla boğasım geliyor. bence dükkanını taşısa çok mantıklı bi karar vermiş olur çünkü ben onu gördükçe darlanıyorum. bırak pasajda dolaşmasını, nefes alması bile bana batıyor.
her neyse, fazla gevezelik etmiyeyim gece gece. kısacası anlatıcaklarım bu kadardı. üç cümleden sonrasını getirebildiğim için kendimi tebrik ediyorum. şimdilik herkese iyi geceler, kocaman öpüyorum okuyan herkesi.
 
↑Yukarı