24 Haziran 2012 Pazar

gökkuşağı

sanırım yine yorgunluk birikti. bir haftalık yıllık iznimin ilk saatlerini boktan geçiriyor olmamın öncelikli açıklaması bu. yorgunluk. ya da yorgunluk adı altında kendimi kandırmaca. asıl sebebi mutsuzluk. uzaklaşma isteğini her zerremde hissederken uzaklaşmak istediğim herşeyin tam ortasındayım. neden uzaklaşıcam ki? işten uzağım mesela, iş ortamındayken bir türlü bitmek bilmeyen, içinde bir yılı gizli barındırdığına yemin edebileceğim koskoca bir haftam var. o geçmek bilmeyen zamanı çabucak tüketmek istemeyerek yine de göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğine yemin ederek sonlandıracağım bir zaman dilimi.
genel olarak zaman kavramından da mekan kavramından da nefret etsem bile, bu iki kavramın arasında sıkışıp kalmış vaziyette yaşıyorum. hayatımda hiç saate bakmadan dakikaları saatleri hesaplamadan bir gün geçirmedim ben. hiç bir gece saatin kaç olduğuna bakmadan uyumadım. pazar günleri dışında alarmı kurma ihtiyacı hissetmediğim tek bir sabahım olmadı. herkesin öyle değil mi aslında? herkesin öyle tabii ama, ben zaman ve mekan kavramından nefret ediyorum fark burada. mekan kavramından nefret ettiğim halde, bağlı kalmayarak yaşamayı çok arzuladığım halde ben 24 yıldır aynı evde yaşıyorum. 7 yıldır aynı iş yerinde çalışıyorum ve yıllardır sadece aynı insanları görüyorum. bazen, yaptığım bir takım şeyleri hiç alakası olmayan insanlara açıklamak zorunda kalıyorum. canım sıkılıyor onların arasında, eğlenceli değiller. renkleri pembe, sarı, mavi, kırmızı, yeşil değil. renkleri kahverengi, gri ve tonlarında. içimdeki renk karmaşasıyla aralarında çok sırıtıyorum. sonra kendime en yakın renkliye yaklaşıp onun o koyu ve kasvetli rengine sığınmaya çalışıyorum, olmuyor daha beter sırıtıyorum onun yanında.
kafamı gökyüzüne kaldırdığımda gördüğüm maviliği bir insanın yüzüne baktığımda da görebilmek istiyorum. o kadar ferahlatıcı olsun. o kadar ona baktıkça içim aydınlansın. yanında ferah nefesler alabileceğim insanlara çok ihtiyacım var. yanında zaman ve mekan kavramını önemsemeyeceğim insanlara çok ihtiyacım var. oturup karşılıklı birer sigara yaktığımızda, o sormadan anlatmak istediğim herşeyi, acaba saçmalıyor muyum kaygısını taşımadan anlatabileceğim insanlara ihtiyacım var. kasvetli duruşlarından, yüksekten atışlarından ve her seferinde ıskalamalarının acısını renklerini daha da koyulaştırarak çıkartmalarından sıkıldım. mesele yüzlerine bakıp gülümsemekte zorlanmakta değil, mesele o gülümsemeyi içten gerçekleştirememekte. yapmacık davranışlar bende çok sırıtıyor. bakıyorum, hiç kimse kendisi gibi değil, ben de onlar gibi yapmacık olayım o zaman diyorum. beceremiyorum, elime yüzüme bulaştırıyorum. annesinin makyaj malzemelerini aşırmış, yüzünü gözünü ruja bulamış kız çocukları gibi hissediyorum kendimi. ne öteki olabiliyorum, ne kendim olabiliyorum ne de kendimle barışabiliyorum.
mesele küslük meselesi değil. kendimde sevmediğim ve en yakınlarımı bile delicesine rahatsız ettiğinden emin olduğum o kadar çok yönüm var ki. kendimi kontrol edemediğim, kontrol etmeye çabalarken kenarda bir yerde debelenip durduğum o kadar çok anım var ki. ve ben hepsinin de adını hiç sorgulamadan mutsuzluk ve can sıkıntısı koymuşum. bi de oturup üzülmüşüm bi güzel benim neden hep canım sıkılıyor diye. sıkılmayacak ta ne yapacak ki. ne öteki olabiliyorum ne beriki. kendim olmak, bu kadar yapmacık insanın arasında kendim olmak çok zor. işte bu yüzden kendi renklerimin arasında boğuluyorum ben. pembelerim, mavilerim, sarılarım da başkalarının gözünü yoruyor. hayır, o kadar da renkli bir insan değilim aslında. yani görünüşte o kadar renkli değilim. yüzeysel olarak tanıyan -ki en derinliklerime kadar, içime aklıma ruhuma kadar tanıyabilen olmadı- için çok renkli değilim. gökkuşağından bir parça kopartabilseydim, ilk önce kopkoyu renkli insanların üzerine serperdim birazını. gerisi de benim olurdu, kararmaya başladıkça çalardım renklerinden. öyle işte..

0 kişi olaya son noktayı koymuş:

 
↑Yukarı