20 Şubat 2012 Pazartesi

ne olcak ki?

biri bana güzel bi masal anlatsın. hayır hayır bugün mutluyum. yani tam olarak mutlu değilim belki ama bütün can sıkıntım gitti gibi. üstelik bugün günlerden de pazartesi. normalin aksine ne zamanla bi sıkıntı yaşadım, ne kendimle. belki işimle uğraşmak iyi geliyordur bana bilmiyorum, ama kendimi dinlemedim bugün. kapattım kulaklarımı iç sesime, dış dünyayı dinledim. üstelik bugün hava güneşli olduğu halde soğuktu da. ben güneşli havaların soğuk olmasını hiç sevmem. daha doğrusu güneş güneşliğini bilip ısıtmayacaksa, bi zahmet dönsün sırtını bize. net olsun, öyle bi görünüp, buradaymış, her an ısıtacakmış gibi yapıp ta vazgeçmesin. net olsun dedim ya, öyle işte. yaksın güzelce, zaten içim üşüdü, durup altında ısınaym, her zerremde hissedeyim o sıcaklığı. başka türlüsü makbul değil benim için. gerçi öyle güneşin altında oturacak kadar zamanım da yoktu hani, bugün tam 10 saat 30 dakika boyunca dışarı çıkmadım. hem de hiç. insan en çok içeride mahsur kaldığında özlüyor bence açık havayı. insan en çok mahrum kalınca anlıyor birşeylerin kıymetini.
bugün çok tuhaf birşey oldu aslında. daha doğrusu bu sabah. yaklaşık 7 yıl önce bi trafik kazasında kaybettiğim çocukluk arkadaşımı hatırladım. aslında hep aklıma gelirdi de, öldüğünden bu yana ilk kez kendi içimde onunla konuşurmuş gibi konuştum. biraz kızdım ölecek ne vardı diye ona, biraz anlattım ordan burdan olanı biteni. ama onu dinleyemedim işte, gözümün önünden saatler boyu gözleri gitmedi. ölmeden az bir zaman önce çektirdiğimiz o fotoğraftaki gibiydi hayalimdeki görüntüsü. özlemek gibi de, yokluğunu kabullenmek gibi de, kabullenememek gibi de değişik bi duygu bu. ama çok hafifledim. çünkü anlattığım her olaydan sonra vereceği tepkiyi az çok biliyordum, onun yerine o cümleleri kendime ben söyledim, hafifledim.
sonra böyle kendi kendime onunla konuşurken aklıma öteki taraftan bizi görüp göremeyeceği geldi. görüyorsa kızıyordur mutlaka, insan bir kere bile annesini ziyarete gitmez mi ki? ben gitmedim. ama hani vefasızlıktan değil, oraya gidince ne diyeceğimi bilmediğimden. aslında çok üzgündüm ama benim üzüntüm onun annesininkinin yanında neydi ki. devede kulak. ne diyecektim? "başınız sağ olsun ben çok üzüldüm" mü? nasıl bi teselli verecektim ki? ben teselli vermeyi de kutlamayı da beceremem. yani nasıl davranmam gerektiğini bilmiyorum. garip değil mi? belki de garip değil, bilemedim.
belki de bugünkü pozitif ruh halimin sebebi de buydu. o 18 yaşında ölmüştü. 18, ne kadar genç değil mi? o öldükten sonra biz neler neler yaşadık halbuki. eğer ömrümüz de varsa daha da yaşayacağız hatta. hayat gerçekten çok garip bi hadise. sonra durdum iyice düşündüm, 18 yaşında birinin bile ölebildiği bir hayatı çok mu ciddiye alıyoruz biz dersiniz. çok mu kasıyoruz kendimizi bişeyler olabilmek için. her şeklin sonunda bir ölü olacağımızı bile bile. ne yani, öleceğiz diye uğraşmayalım, ot gibi öleceğimiz günü mü bekleyelim diyebilirsin. haklısın da. demek istediğim o değil ama. eninde sonunda ölü olacağımız bir hayatı yaşıyoruz, hani üzülmek, mutlu olmak, çalışmak, öğrenmek, yaşamak bu hayatın bir parçası, bunlar hayatı hayat yapan şeyler de, biz tüm bunlar için fazla hırs yapıyoruz sanırım. üzülmeyi de abartıyoruz, sevinmeyi de. öğrenmeyi bile abartıyoruz. aman canım bilmeyeyim ben bilmem neyin ne olduğunu, ne olcak ki? ne fark etcek söyler misin? bilmeyiveririm olur biter.

0 kişi olaya son noktayı koymuş:

 
↑Yukarı