29 Nisan 2012 Pazar

size ciddi ciddi taktım bu ara

merhaba "her işin en doğrusunu ben bilirim" diyen insancıklar, bu arada mükemmeliyetçi takıntılılar size de merhaba, gözümden kaçmadınız, meraklanmayın.
efendim nasıl anlatılır bu, nasıl ifade edeyim duygularımı hiç bilemiyorum. yani öncelikle "her işin en doğrusunu ben bilirim" diyene mi yoksa mükammeliyetçi takıntılı olana mı hazırladığım lafları dizeyim karar veremedim. kafam karıştı doğrusu. neyse, alfabetik gidelim o zaman.
sevgili her işin en doğrusunu bilen -bildiğini zanneden- kişi. sana bu satırları yazarken hiç zorlanmıyorum açıkçası çünkü son zamanlarda "hani bi lazer silahı olsa ilk bunların üstünde denerdim" dediğim insanlar hep senden, hep senin gruptan. hacı bak önce bişey sorcam ben, hani şimdi sen her işin ve herşeyin en doğrusunu biliyorsun ya, nerden biliyorsun tüm bunları? bana da öğretsene olm ya ciddi ciddi çok merak ediyorum bak. ana, yoksa aslında her işin doğrusunu bilmiyorsun da, biliyormuş gibi mi davranıyorsun? ayıp değil mi bu yaptığın. kaç yaşına gelmişsin, eşşek kadar insan olmuşsun, utanmıyor musun sen böyle yalanlar söylemeye. çok ayıp bak, yakışmıyor boyuna posuna. ha bak ben sana "hayır ya herşeyi bilemezsin işte, her işin doğrusunu bilemezsin" demiyorum, orda bi dur. ben sana diyorum ki, "madem herşeyin, her işin doğrusunu sen bilmek istiyorsun, eğer ömrün de yeterse öğren, öyle gel. kendini de kandırma, insanları da. ruh hastası olursun mazallah, üzülüyorum bak." anlaştık mı bebişim? tamam o zaman, bi daha seni öyle artistlikler peşinde görmeyeyim, kırarım ağzını. hadi öptüm çok.
eveett, sevgili mükemmeliyetçi, mükemmellik takıntısı olan arkadaşım, gel şöyle otur da bi konuşalım senle. hayır, ben senin olayını çözemiyorum bak. ulan sanki kendin dört dörtlüksün, olmuşsun kıvamına gelmişsin gibi insanları beğenmiyorsun falan, bu tavırlar hiç hoşuma gitmiyor bilesin. bu mahallede böyle şeyler iyi karşılanmaz bebişim. diyorum ya, kendin dört dörtlüksün, mükemmelsin, aşmışsın artık gibi herkeste kusur bulmalar, hep en mükemmeli aramalar falan, sinir bozuyorsun. bi de, kendindeki hataları biri sana söylediğinde "hayıırr ben hatasız biriyim, mükemmelim, onlar benim hatam ya da açığım değil özelliğim, kişiliğim böyle" yalanını feryat figan savuruyorsun ya, bayılıyorum sana. yemin ediyorum bu tavırlarına tanık olmak en büyük zevkim. yani arada seni kıstırdığımda sürekli sendeki kusurları dile getiriyorum ya, sırf eğlence olsun diye. zevkine yani. ama işte dedim ya, kendini mükemmel zannedip diğer insanların da -senin anlayışınla- mükemmel olmalarını bekleme. herkese göre "mükemmel" kavramı değişir bak bebeğim. görecelidir yani, anladın di mi? tamam, sana da söyleyeceklerim bu kadardı. ha bak unutmadan, aklında olsun "mükemmel" olan bişey yok hem. herşeyin ve herkesin kusuru vardır tamam mı canım. hadi seni de öptüm çok.

27 Nisan 2012 Cuma

bi sakin olsana bence

merhaba sırf herşeye muhalefet olmak için herşeye muhalefet olan insan, merhaba her mantıklı karara zıt bi arıza çıkartan insan, sana laflar hazırladım bebişim.
efendim bu insanlar ne yiyor ne içiyor da bu kafaya geliyorlar hiç bilmiyorum. herşeye karşılar, sadece onları dinleyip hemen onaylayacaksın ki sinir yapıp atarlanmasınlar. aksi halde, gözlerini fal taşı gibi açıp "kesinlikle imkansız, asla olamaz, benim dediğim doğru beniiimmm. bana bak, saksı mıyım ben" moduna girerler ki ammann evlerden ırak dostlar.
illet oluyorum bu tipteki hastalıklı insanlara. çok ilginçler ya, cidden aşırı ilginçler. bi mevzu tartışılır, fikrini ve bildiğini söylersin, bu vatandaş ta hemencik tam zıddını söyler ve "ne alakası var" dediğin anda "tabi doğru, asıl senin dediğinin imkanı yok." cevabını yapıştırır. eğer ki sinir hastası olmadan durabilirsen açıkla bakalım, tabi açıklama gücün olursa. bu nedir anlayamıyorum. insanların bazı tavırları karşısında ben aptallaşıyorum. abi nasıl bi özgüvendir bu nedir böyle. herşeye mi muhalefet olabilir bir insan, anlaşabildiği bir kişi mi olmaz şu hayatta. hiç mi "aman orta yolu bulalım uzlaşalım nolcak sanki üç günlük dünya" demez. nasıl bir mantıktır, nasıl bir psikolojidir çözemedim ben. yani savunma mekanizmasını görsen, aman dersin ya tartışmaya bile gerek yok hiç. ilginç açıkçası. böyle ciddi ciddi kal geliyor bana bazen. sanki dünyayı olduğu gibi vericekler bunlara da, diğer insanları sinir harbinden yok etme eylemindeler. zannedersin ağır küfür etmişler buna da ondan celalleniyor. ne gerek var yani. vallahi yoruldum artık canolar. cidden yoruldum bu tipteki yüksek egolu insanlardan. gördüğüm yerde, ağzını açmadan "amann tamam sen haklısın ben bi defolup gideyim" diyorum. ardından da sıvışıyorum.
bi bulsam panzehirlerini, üstlerine boca edicem de kurtarıcam bu azaptan bak. onlara da yazık ya. insan yorulur herkesle tartışıcam, hep ben haklı çıkıcam diye düşünürken. ben yorulurum şahsen, gerek yok yani böyle şeylere. bir, "hepinizden yaka silktim artık cıkcıkcık" ifadesi dolu günün sonundan herkese iyi geceler dilerim ve kafa dinlemeye doğru ufaktan giderim. hadi öperim herkesi, kalp.

26 Nisan 2012 Perşembe

hadi yarın mutlu uyanalım

o sabah keyfin son derece yerindedir, gayet neşeli bi şekilde işe/okula gidersin ama mutlaka biri gelip keyfini kaçırır. hiç şaşmaz.
hayır, ben artık insanları anlamıyorum. gerçekten anlamıyorum. sabah olur, gayet keyifli uyanırsın, "bugün güzel bi gün olcak" dersin kendi kendine ve biri gelir, mutlaka o günün içine eder. bu genellikle sürekli negatif olan, sinirli olan patron ya da türevidir, bazen bi komşudur, arkadaştır. hayır yani, hiç mi insanın içinde "ya bari bugün mutlu olayım" niyeti olmaz. nereden buluyorlar bu kadar negatif enerjiyi bilmiyorum ama kaynaklarını bulduğum anda tüketeceğim kararlıyım.
ciddi ciddi bazı insanların kafasını gözünü dağıtmak istiyorum böyle olunca. hayır yani sen sinirliysen, sen mutsuzsan, senin hiç içinde pozitif bişeyler kalmadıysa biz ne yapalım. günahımız ne söyler misin? şimdi "pozitif düşün evrene pozitif sinyaller gönder ki iyi şeyler olsun" muhabbetine girmek istemiyorum. zira bu muhabbete inanmıştım bi ara böyle salak salak, evrenden o kadar şey istedim, o kadar pozitif enerji yolladım ama sevgili evren sanırım beni hep ağırlık merkezinden anladı ki herşey ya kötü gitti ya da hiçbişey değişmedi. yani bu "evrenden iste, bütün gücünle iste mutlaka olur" muhabbeti yalan canım. neydi bu felsefenin adı "secret" mıydı? hatırlayamadım, unutkanlığıma ver. her neyse işte, bi dönem evrenden ciddi ciddi bişeyler isteme moduna gelmiştim, evren de bana nanik yapıp "avcunu yala bebişim" diyordu ki, bi silkelendim kendime geldim. yok abi öyle bişey, bunca insanı bildiğin kandırmışlar.
sonra işte evrenle bütün ilişiğimi kestim. hiç enerji falan göndermedim bi süre. başıma da kötü bişey gelmedi çok şükür bak. yani evren küsüp bana trip te atmadı, güzelcene yaşadım. sonra baktım ki aslında pozitif düşününce, pek çok şeyi pozitif görebildiğimizden dolayı başımıza gelen her mevzunun iyi taraflarını görüyormuşuz. o zaman dedim ki kendi kendime, madem bu iş böyle, madem ki hakikaten neşeli olunca genç kalıyo insan o zaman ben de hep neşeli olurum. yani en azından olmaya çalışırım. zaten yapım itibarıyle öyle pek te dert edinen biri değilim. yani sorunları akışına bırakmayı falan bilirim. hani üzerine gidilecek bi mesele varsa gidilir de, boşa kürek çekmenin de manası yok bence.
her neyse işte, ben böyle kendi çapında mutlu mesut yaşayabilen biriyim ama etrafımda öyle mutsuz ve umutsuz insanlar var ki, yemin ediyorum varlıkları beni darlıyo. sabahın köründe bile olsa, hiç tanımadığım biri bile olsa hani günaydın demesem bile bi gülümserim ben bana gülümsüyorsa. ama bunlar "günaydın, off ne lanet bi gün, allah herkesin topluca belasını versin" modunda oluyorlar. sorasım geliyor "yahu ne oldu, trilyonlarını borsada mı kaybettin, evin mi yandı, babanneni bilezikleri için mi kaçırdılar, kocan mı aldattı, sevgilini kankanla mı bastın nooldu da böylesine nefret dolusun sen?" diye. bi insanı sabah sabah ne bu kadar mutsuz edebilir, anlamıyorum. sabahları keyifsiz olan insanları anlıyorum da böylesine nefret dolu ve mutsuz olanları anlayamıyorum. ne yaşadılar ki bu insanlar bu hale geldiler. kim ne yaptı acaba, bilmek istiyorum.
bu yazıyı okuyan herkesten çok rica ediyorum, sabah uyandığınızda "allahım ne lanet bir gün" demeyin. bi bakın etrafınıza, olmazsa camdan dışarı bakın ve "olm güneş var hava ne güzel, güzel bi gün olcak" diyin de, benim gibi güne iyi başlamaya çalışan garibanların psikolojisini yerle bir etmeyin. bugün 38 polyanna gücünde olan wodka herkese iyi geceler diler efendim. sevgiyle kucaklarım öperim falan. :) kalp.

25 Nisan 2012 Çarşamba

bahar yorgunluğu diyorlar

havalardan mıdır nedir bilemiyorum, nasıl yorgunum, nasıl böyle sürekli yatasım var anlatamam. ölüyorum akşam olsun da eve gideyim diye, resmen sürükleniyorum böyle. yürürken 70'lik teyzeler gibi mıymıy yürür oldum. konuşmaya korkuyorum, ağzımı açınca ne kadar yorulacağımı düşünüyorum. hava sıcaklığı desen doğan görünümlü şahin gibi. aldatıyor insanı resmen. ince giyinsem üşüyorum kalın giyinsem sıcaklıyorum. hadi hasta olmayayım diyerekten biraz kalın giyiniyorum, bu sefer de yaklaşık olarak 25 kilo terliyorum. şimdiden sıcaklıkla başım böyle dertte olduğu için de, ben mümkünse zamanı geri alıp hemen kasım ayına geri dönmek istiyorum. "ehehe akıllım ileri alsan da kasım'a gidersin" dediğini duyar gibiyim, hayır ileri almak istemiyorum. düşünsene kasım olunca yaşlanmış olucaz olm, niye ileri alalım durduk yerde di mi ama?
bahar yorgunluğu ne anasının gözü bişeymiş böyle ya. her gün vitamin alan biri olarak buna dayanamıyorum. henüz dinlenmenin bir yolunu bulamadım ben. yani normalde gece uyuyunca en azından sabah dinlenmiş vaziyette uyanırsın ya, yok bunda durum öyle değil. istersem 3 gün 3 gece deliksiz uyuyayım, uyanınca yine "offf çok uykum var olm ya" derim. uyumalara doyamıyorum resmen. aynı zamanda da böyle miskin, mıymıy, çekilmez bi insan oldum. hareket edecek halim yok. normalde iki dakikada yürüdüğüm yolu resmen 10 dakikada yürüyorum. sanki hayatımda hiç yürümemişim de, ilk defa yürüyormuşum gibi. inat gibi anasının gözü kadar işim oluyor. yok banka, belediye, muhasebe, ofis, mağaza derken canımdan can gidiyor resmen. tamam normalde de üşengeç bi insanım ama, hani telefonun tuşuna basarken acı çektiğim hiç olmamıştı doğrusu. bildiğin halim yok iki tuşa basmaya bile. parmak uçlarım bile yorgun!
insanın ruh haline de acayip ters etkisi var bu bahar yorgunluğunun. böyle mıymıntı mıymıntı gezindiğim için kendimi enerjik hissedemiyorum! hayır, bence mesele değil bu da, dışardan görenler "nooldu neyin var senin" modunda. gel de insanlara anlat işte bunu. "bahar yorgunluğu" desem, "bahane uydurma" derler. hayır yani inanmaları için acıklı yalanlar mı uydurayım ne yapayım ben bilemedim. hatta öyle bi noktaya geldim ki, en son bu akşam üzeri halil sezai'nin "sonbahar" adlı şarkısına eşlik edip kederleniyordum yine. sorsan ortada ne var diye, kocaman bi HİÇ. acı çekmek için ufacık bi sebebim yok. haftasonu gayet güzeldi, sevgilim burdaydı ne güzel zaman geçirdik. böyle bi haftasonundan sonra da "bahar yorgunluğu" sebebiyle böyle saçma bi hafta geçirmek hiç hoş değil açıkçası. içtiğim o vitaminler, içinde mineral var diye içtiğim sodalar hep faydasız. ya Allah'ım, bu bahar çok kastı galiba, yazı da atlayıp sonbahara mı geçsek napsak ha?

20 Nisan 2012 Cuma

iyice karıştırmak lazım aslında

blogger arayüzünün değiştiğini görünce şaşırdım bu akşam. bi afallama geldi üstüme. "yaa bana ne verin eski arayüzü bana" diyesim geldi geri bildirim kısmından google'a. sanırım eski alışkanlıklarımdan kolay kolay vazgeçemiyorum. işin ilginç tarafı da, alıştığım sırada alıştığımın farkında olmuyorum. ne çok şeyi alışkanlık yapıyoruz aslında di mi hiç fark etmeden. halbuki alışma sürecinde de "amaan olsa da olur olmasa da, hiç fark etmez" diyoruz. ironiye bak, lafta fark etmez ama iş pratiğe dökülünce de farkın alasını yaratır.
ben bugünün kandil olduğunu sanıyordum bak. önüme gelene "kandilin mübarek olsun" dedim haliyle. hayır, gerçekten kandil olsa aklıma gelmez ha. böyle olunca da insanlar "aaa kandil miymiş bugün bak hiç haberimiz yok tüh tüh vah vah" moduna geldi. sanırım bugünü kandil zanneden bi topluluk oluşturdum kendi kendime. sonra yan dükkandaki abi "yok wodcum bugün kandil değil" deyince olay bende aydınlandı. kandil olduğunu zanneden onca insan ne yaptı bilmiyorum ama. ilginç olan hiçbir pastanede kandil simidi olmadığını gördüğüm halde, abi uyarana kadar bugünün kandil olduğuna yemin edebilirdim. pastane demişken de, ulus pastanesinin pastalarını yapanı tanıyorsanız bana bi ulaşın lütfen. o kadar güzel pasta yapılır mı hiç. bu adam/kadın düşünmüyor herhalde bizi. sabahları 13 dakika yürüyünce spor yaptım, kalori yaktım diye havalara uçan bünyem o yaktığı üç beş kaloriyi kat kat geri alıyor. neyse ki, ulus pastanesi bazı zamanlarda "amaaan yol çok uzak gidilmez şimdi" dememe sebep olacak mesafede.
bazen "bu ortamda mutlu muyum?" diye sorguluyorum kendimi. aslında her şekilde mutlu olduğumu anlıyorum sonra da, huzursuz olmama sebep olan sürekli alakalı alakasız her konuda yorum yapan insanlar. yani yorumları, düşünce tarzları, değer yargıları çok fazla umurumda olmayan insan kitlesi bunlar, neticede ailem falan değiller. öyleyse bana ne ne düşündüklerinden ama aynı zamanda benle alakalı olsun, başkasıyla alakalı olsun, tamamen kişinin kendisini ilgilendiren şeylerden de onlara ne? sıkılıyorum bu tipte insanlarla iç içe olmaktan ben. nasıl desem, söylediklerine falan değer vermediğim için boşu boşuna dinlemek zorunda kaldığımı hissediyorum. halbuki herkes kabul etse, aslında başkalarının hayatı üzerinde söz söyleme hakkının olmadığını anlayabilse ne güzel olucak di mi? o zaman konuşucak daha fazla şeyimiz olur hem belki. böyle olunca, kimseyle sohbet edesim de gelmiyor açıkçası.
kısacası benim yine canım sıkılıyor bu ara. yani bi sıkıntı bi problem yok, öylesine canım sıkılıyor. zaten bu da bi rutine bağladı. uyumadığım zamanlarda can sıkıntısıyla meşgulüm. ha bazen gece uykum bölününce de yapıcak bişey bulamadığım için canım sıkılıyor, o ayrı. neyse işte, yine her zamanki gibi herşey. herkese iyi geceler :)

15 Nisan 2012 Pazar

insan olmak zor ve uğraştırıcı

yaşarken anlamıyorsun da kafanı kaldırıp takvime baktığında "oha anassının gözü gibi geçmiş ya onca zaman" diyorsun. ne var sanki akreple yelkovan birazcık daha ağırdan alsa, ne var sanki sakin olsalar iki dakika da doya doya yaşasak her bi haltı. hep bi acelemiz var tavırları, hep bir yerlere geç kalmacalar, hep bir yorgunluklar falan. zaman ne zamandan beri düşman biz insanoğluna. ne zamandan beri tokatlayarak geçip gidiyor, biz anlamıyoruz sıcağı sıcağına da attığı tokatın izini aynada gördüğümüzde "oha" diyoruz. canım sıkılıyor artık şu hadiseye. en geçmez günün bile bitebildiğini, üstelik akşamın olduğu vakit "geçmez diyorduk ama geçti gitti" dediğimizdeki o yorgunluğu istemiyorum. hayır mesele yorulmak değil, mesele yenilen sillenin acısı.
aslına bakarsan telaşelerle tüketiyoruz herşeyi. doya doya yaşamak varken, kaçamak kaçamak tadına bakıp uzaklaşıyoruz hızla. nedendir bilmem, herşeyden tad alma arzusu ele geçirmiş ruhumuzu. hayır, herşeyin tadına bakarak hiç birinden tam manasıyla keyif alamazsın ki. hep bir "hepsine sahip olma arzusu" mevcut. ne gereği varsa artık. birinin keyfini sürmek varken beşinin onunun tadına bakma telaşında sürükleniyoruz. sonra da "ama ben birşey anlamadım yaşadıklarımdan" safsatası. ne hoş, dünya böyle güzel değil, olamaz da zaten.
günleri birer birer saymayı bıraktığımdan beri takvime her baktığımda "yok artık, o kadar zamanı tüketmişiz vay anasını" der oldum. burada inanılmaz bir mantık hatası var ama. ben zamanı tüketmiyorum, zaman beni tüketiyor. hiç çaktırmadan, şakayla karışık tokatı patlatıyor suratıma da, aynaya baktığımda yüzümde kalan izinden anlıyorum bende bıraktığı hasarı. bi oturup konuşsak aslında, bi sakin olsak önce, kim bilir barışırız belki de. barışırsak aynı çocukluğumdaki gibi günler upuzuuun olur yine, doya doya keyfini çıkartırım sabahın da akşamın da. ne güzel olurdu, halbuki bi oturup konuşabilseydik. böyle kaçak göçek savaşmakla olmuyor işte. "zaman" dünyadaki bütün kavramların en kaşarlanmış olanı bence. nasıl da işini biliyor, nasıl da "severmiş" gibi yapıyor ama sevmiyor. nasıl da kandırıyor canına yandığım.
aslında tutup yakamızdan cehennemin ta dibine götürse bizi, her bokundan şikayetçi olduğumuz bu dünyaya geri dönmek isteriz hemen. çünkü insanoğlu denilen nane hep geri dönmesinin imkansız olduğu şeyleri özler, bir adım atarak kolayca ulaşabileceği şeylere değer vermez. dna kodumuzda var bu, bundan işte eski sevgiliye duyulan nefret. geri dönme ihtimalinin az da olsa olduğu bir insanın adını anmazken asla geri dönüşü olmayana takılır dururuz yalan mı? aslında ne var biliyor musun insan olmak hem zor hem uğraştırıcı bir hadise. çok çelişkili. bütün çelişkilerine tüküreyim de insanlığa birşey olmasın.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Bir Dilek Tut Derneği Hakkında

günlerdir bir dilek tut derneğinin televizyonda dönen reklamlarına takılıp kalmış durumdayım. daha önce de bir dizide bu derneğin adı geçmişti. hatta durun, dizinin adı "adını feriha koydum". dizide emirin annesi ölümcül hastalığı olan bir çocuğun dileğini gerçekleştirmişti hatırladığım kadarıyla. her neyse, konumuz adını feriha koydum da değil, emirin annesi de değil. yaklaşık bir saattir bu derneğin internet sitesini inceliyorum. gerçekleştirdikleri dileklere göz attım falan filan. yaptıkları çok güzel birşey, ölümcül ya da ağır hastalığı olan çocukların hayalini gerçekleştiriyorlar. herkesin hayatında, etrafında vardır böyle çocuklar. sizin olmasa bile bir tanıdığınızın etrafında vardır, hastalıkların tedavi süreçleri hem zor hem de masraflı olduğu için pek çok aile de çocuklarının isteklerini gerçekleştirmekte zorlanıyor. hayatın kanunu ya, ne yazık ki bütün insanlar bolluk bereket içerisinde yaşayamıyor ne yazık ki. öncelikle bu sitede ilgimi çeken bazı metinleri paylaşmak istiyorum, herkesin bir fikri olsun diye.

Dünya'da nasıl doğmuş; 1980 yılında ABD'de lösemi hastalığından ölmek üzere olan 7 yaşındaki bir erkek çocuğu bir dilekte bulundu. onun en büyük dileği büyüyüp, polis olmaktı. bunu öğrenen annesi, birkaç arkadaşı ve Polis Departmanı bu dileği yerine getirebilmek için işe koyuldular. çocuk için bedenine uygun üniforma, kask ve mini bir polis motosikleti temin edilip, kendisi için hazırlanan özel testi de geçtikten sonra polis rozeti almaya hak kazandı.
bundan iki gün sonra ölen küçük çocuğa, ABD'de de ilk defa bir sivile resmi cenaze töreni düzenlenmiş ve bu dileğin gerçekleşmesinde rol alan polislerden ikisi tarafından dilek gerçekleştiren bir vakfın temelleri atılmıştır.
bugün bu vakıf dünyadaki en büyük dilek gerçekleştirme kuruluşudur ve 35 ülkede faaliyet gösteren şubeleri ile uluslararası ölçekte etkinliklerini yürütmektedir.

Türkiye'de nasıl doğmuş; Bir Dilek Tut Derneği Türkiye'de 2000 yılında kurulmuştur.  2000 yılından bu yana yaklaşık 1880 dilek gerçekleştiren dernek, 2009 yılından itibaren Make-A-Wish Uluslararası Vakfı'nın Türkiye temsilcisi olmuştur.

Sponsorları arasında Akbank, Turkish Airlines, Çilek Mobilya, Hilton In The Community, İLTEK İletişim ve Tanıtım AŞ. ve Disney var. Algida da proje sponsoru olarak görünüyor.

Destekleyenleri arasında ise; Aksigorta, Ankara Başkent Hastanesi, Demir Demirkan, Avea, Arzu Kaprol, Beşiktaş Kültür Merkezi, Boyut Müzik, Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Atlasjet, Candan Erçetin, Beşiktaş Spor Kulübü, Cerrahpaşa Hastanesi, Galatasaray Spor Kulübü, Gata Çocuk Hematoloji, Ikea, Hyundai, Vakko Holding, Tuncay Şanlı, Vodafone, Sertab Erener, Uz İletişim, Türk Telekom ve çok daha fazla firma var.

Gerçekleştirdikleri dileklere de derneğin internet sitesinden ulaşabilmek mümkün. mesela; 10 yaşındaki Şule Nur evde yokken hayalini kurduğu çocuk odası kurulup yerleştirilmiş, 11 yaşındaki Eyüp Can'a tuttuğu takımın renklerinden oluşan çocuk odası hediye edilmiş, 4 yaşındaki Berat için de akülü araba alınmış.. çok daha fazlası da make a wish vakfının sitesinde yer almakta. yakınınızda dileği gerçekleştirilemeyen, özel ve ağır hastalığı bulunan çocuklar varsa vakıftan yardım alabilirsiniz.

sevgiler.

11 Nisan 2012 Çarşamba

ciddi ciddi sinirleniyorum yani

olur ya hani birinin aslında ne mal olduğunu anlarsın, bilirsin ama bunu ona anlatamazsın. anlatsan da bi türlü ikna edemezsin. sürekli bi inkar hali olur ve en sonunda çıldırma noktasına gelmekten korkup "tamam tamamm! sen haklısın." dersin böyle. insanı insanlıktan tiksindiriyorlar bunlar. sırf bu tipler yüzünden "allaam bi daha dünyaya gelirsem eğer ben kedi falan olmak istiyorum" moduna geldim. ciddi ciddi bu tipler yüzünden bulunduğum ortamlardan soğuyorum. hayır yani neden olmadığın biri gibi davranmaya çalışırsın ki. niye bu kendini "farklı" gösterme çabası.
artık herkeste bi "ben diğerlerinden farklıyım, sıradışıyım, bak böyle rahat bi insanım" tripleri var. aslında içleri içlerini yese bile "rahat" görünme çabasında olurlar. oysa rahat olunmaz ki, rahat doğulur. yapı meselesi, kişilik karakter meselesi yani. vesveseli bi insan ne kadar zorlasa da kendisini rahat olamaz işte ama gel de anlat.
bi de böyle giyim tarzlarıyla, dinledikleri müzikle, girdikleri ortamla falan farklı görünmeye çalışırlar. duymuşlardır çok ünlü olmayan bi grup ismi öğrenmişlerdir bir iki şarkılarını müzikle alakalı her muhabbette alakalı alakasız överler de överler. bi de şu durum var "ya sen bilir misin bilmem ama ben vikvikvik grubunu dinliyorum sadece" şeklinde başlarlar konuşmaya. mesela geçen can bonomoyla ilgili bi mevzu oldu. hatun diyor ki, "sen dinliyo musun, tanıyo musun bilmiyorum ama can bonomoyu ben çok beğeniyorum." burda bana hem kör hem sağır muamelesi yaptı farkındayım. ya allah aşkına şu eurovision muhabbetinden beri memleketimin en ücra köşelerinde bile can bonomo adı duyuldu. hadi onu da geçtim interneti sadece facebook'tan koca düşürmek amaçlı kullanan bi kızın bu cümleyi kurması da komik geldi. tabii ki verdim gereken cevabı efendim. "canım can bonomoyu ben uzun zamandır dinliyorum, ama onu yeni dinlemeye başlamış olman da senin cehaletin bence" şekliyle kapağı kapattık bu arkadaşa da, takıldığım mevzu o değil.
esas takıldığım mevzu insanların çok fazla "ayyy şimdi bu moda, ayy şimdi bu trend" kalıbıyla yaşıyor olması. allah aşkına bursa'da merkezi bi caddede bi yarım saat geçen insanları izle. tipler hep aynı, kızlarda bakır rengi, karamel ya da röfle saçlar, dar paça kot ya da tayt, anasının gözü kadar topuklu ayakkabı vs.. yahu insan hiç mi özgün olmaz. 10 kişinin üstünde gördüğü gömleği "bu şimdi çok moda hemen almalıyım" düşüncesiyle gidip alır da giyer mi. ha demiyorum git bi modacıya kendine özgü diktir, sadece "aynı" olma diyorum. aynı olduktan sonra da "ben farklıyım ihihih" deme diyorum. böyle ironiler içerisinde boğulma diyorum. azıcık başkası olma kendin ol diyorum.
bi ara bihter parfümü vardı bilirsiniz. hani dizide behlülün bihtere hediye ettiği koku. yani absolutely irressistible. size yemin ederim o dönem bursada 10 kadından 8'i bu kokuyu kullanıyodu. tenine yakışmış mı, tarzı mı hiç bakmadan. bu da taklitçiliğe ve aynıcılığa bi örnek aslında. bihter geceliği, bihter kolyesi, bihter yüzüğü, bihter küpesi, bihter parfümü.... şekline uzayıp giden liste ile esnaf ciddi anlamda iyi para kazandı bu ablaların sayesinde. normalde para verseler takılmayacak yüzükleri kolyeleri sırf bihterde gördüler diye aldılar taktılar. bu ilk modellerin ardından "ayyy çok modaağğ" tipleri geldi, bihter aksesuarları aldı başını gitti. ama görsen kadınlarda tipler yine aynı. aşk-ı memnu setinden çıkmış ta gelmiş gibi. herşeyleri bihter modeli. nasıl bi kafa yapısıysa herhalde onları alıp kullanınca bihter gibi olucaklar zannettiler zaar. ne diyelim gidişatları iyi yönde, allah bozmasın.
ha bu insanların "aynı" olması beni alakadar eder mi? hayır aslında hiç üstüme vazife değil. ama yani "ben farklıyım" dedikleri zaman da, "hayır farklı değilsin, beş dakika önce şurdan geçen kızla nerdeyse aynı tarzlarınız" dediğimde bi algılama problemi çıkartmasınlar. hayır ciddi ciddi sinirleniyorum yani.

8 Nisan 2012 Pazar

anne ben müzik tarzımı kaybettim

müzik konusunda oldukça kıl ve tutucu biri olduğumu keşfettim nan. yani tutuculuktan kastım "yeni" olanı hemen beğenemiyor, sevemiyor olmaktan kaynaklanıyor. ha elbette piyasaya yeni çıkan birinin şarkısı radyoda çalmaya başlayınca "tüüü kapat kapat şu radyoyu" diye çemkirmiyorum kimseye de, böyle özellikle fizy'de falan o şarkıyı arayıp dinlemiyorum. ya da ne bileyim "iyi müzik yapıyomuş bu da" diyemiyorum. kabullenemiyorum hemen.
mesela en son can bonomo'yu sevdim ben. gerçi can bonomoyu bu kadar gündem olmadan önceden de biliyordum da ne bileyim şimdilerde daha çok benimsedim. öyle oldu ki, kalkıp ta "ıyykk hiç güzel değil şarkısı bi kere" diyen kişinin ağzına vurmak isteyecek kadar sevdim mesela. hele hele can için bunu diyen kişi bir serdar ortaç hayranıysa ciddi ciddi sinirleniyorum. serdar ortaç dinlemem mi? dinlerim. ama dolmuşta falan mecbur kalınca. şarkı sözlerini anlamıyorum adamın. ya ben ciddi anlamda malım, algılayamıyorum, bağlantı kuramıyorum, ya da serdarın anlatım tarzında bi sıkıntı var. onu tam çözemedim ama.
mesela sibel can'ı da hiç sevmem. onu da mecbur kalınca dinlerim. yani o kadın da bana çok yapmacık geliyor mesela. bir insan her yaz "sibel can'ın şok diyeti" başlığıyla gündeme hoppadanak gelir mi? her yaz şok diyetlerle kilo verme mücadelesine girip te hiç mi zayıflayamaz amk. mantık hatası var bence bu kadında. nasıl bir ironiyse artık hatun her yaz diyette ve buna rağmen kilo ve-re-mi-yor! yani o kadar para bende olcak, madem "şok diyet vikvik" haberleriyle gündeme geliyorum ve zayıflayamıyorum gider yağlarımı aldırırım olm. neyse ki sibel can diyetine muhtaç olucak kadar şişman değilim. bir iki kilo alsam abur cuburu iki hafta kesmem yetiyor.
halil sezai'yi iki kez dinlemeye teşebbüs ettim. ikisinde de birazdan kocamı metresiyle basıcakmışım gibi acılı, hayata karşı inanılmaz öfkeli bir ruh haline büründüm. hani iki şarkı daha dinlesem kendimi sokağa atıcam "hepiniz beni kahrediyorsunuz" diye haykırıcam insanlara. bakkal bekir abiye gidip "neden senden aldığım her sigarayı gidip babama ispitliyosun ha neden?" diye yakasına yapışıcam, kahvede oturan adamlara "neden gecenin köründe bu gürültüyü yapıyorsunuz ya neden? yarın işe gidicem allahsızlar, sabah erken uyanıcam. tüm bunlar ekmek parası için yapılan şeyler. sussanız, evinize gitseniz nolur ha nolur hesap verin!" diyerekten çemkiricem diye korktum açıkçası. hacı tamam acılı bunalımlı şarkı yaparsın, biz de dinleriz ama bu nedir allasen? eskiden sabahları radyolar emre aydın çalardı acıklı acıklı içimiz dağlanırdı, şimdi bi de halil sezai efendi eklendi. yemin ediyorum sebebi bile olmadan, sırf dinlediğim şarkının kattığı keder yüzünden içimde yara çıkıcak. iflahı olmayan hastalıklara yakalanıcam, korkuyorum olm ya.
belli bi müzik tarzı olan biri değilim. hani derler ya "bana hitap eden bütün şarkıları dinlerim" işte bu cümlenin biraz daha detaycı halini yaşayan biriyim. mesela teoman'ın bütün şarkılarını dinlerim, keza feridun düzağaç ta öyle. çok moralim bozuksa açar deniz seki dinlerim ama asla müzik listemden "oturdum düşündüğğmm bir ağaç altındağğ melekler ağlıyorduuu sağımda solumdağğ" diye bi ezgi yükselmez. yani müzik dinlerken acı çekmenin de bi adabı var bence. saçmalamanın lüzumu yok.
tamam anlıyorum müzik yapmak, albüm çıkartmak istiyorlar. ama bence bi serdar ortaç'ın miladı doldu artık. dikkat edersen bütün şarkıları birbirine benziyor. hayır böyle aklına gelen saçma cümleleri küçük kağıtlara yazdı bi kutunun içine attı da, canı şarkı yazmak istediğinde rastgele seçip cümleleri alt alta mı yazıyor anlamadım. şu sözlere baksana bi dün gece dolmuşta çalıyodu "aşkım sende pek vaziyet yok/önden buldum başka bilet yok/çok zor güldün benden sonra/kalpten birine rastlamadın mı?" ne anlatmak istiyor serdar bu şarkıda, amacı ne, neyin peşinde ben çözemedim. ne bileyim, belki de benim bilmediğim bir dilde konuşuyordur.
tamam bak müzik kültürü süper olan biri değilim. ama dinlediğim şarkının iyi ya da kötü olduğuna karar verebilecek bi zeka seviyesinde olduğuma inanıyorum. ben zaman geçirmek, can sıkıntısı geçirmek için değil, keyif almak için müzik dinliyorum bi kere. ama gel gelelim magazin programlarındaki röportajlarında saçmalayan, sağa sola sataşan, bu yolla gündemde kalan şarkıcıların hayran kitlesinin çok olduğunu görünce sinirleniyorum. ciddi ciddi sinirleniyorum. müziğimizin git gide kalitesizleşmesi de cabası. yani bu gidişata bi çare bulunması lazım ve işe ilk önce serdar ortaç'ın albüm yapmamaya, şarkı sözü yazmamaya iknasıyla başlanmalı. ondan sonra da radyo dj'lerine sabahları emre aydın şarkıları, halil sezai şarkıları ve bunların türevlerini çalmamaları konusunda talimat verilmeli. mesela ayşegül aldinç çalsınlar, ajda pekkan çalsınlar negzel mis gibi.
şimdi bana "halil sezai candır" "serdar ortaç kral şarkı yazar" "sana ne sibel can'ın kilolarından" "emre aydın kalpkalp" demeyin, durduk yerde çemkirmeyin olm. ben serdar ortaç dışındakilere müzik yapmasınlar demiyorum, daha az acı çeksinler diyorum. herkese iyi pazarlar, kocaman öperim, sevgiler. kalpkalp.

1 Nisan 2012 Pazar

hayat güzelmiş-miş, çiçek açarmış-mış, falan filan..

mutfakta oturup 6 yaşındaki yeğenime antep fıstığının kabuğunu açarken amacım neydi bilmiyorum ama açıkçası ben farkında olmadan "ne kadar çok yapacak birşeyimin olmadığını" keşfetmemi sağladı. görüntüde ırmakla gülüşüyorduk, onunla ilgilenmekten keyif alıyordum ama içimden yaptığım tek kişilik konuşmalar hiç te öyle değildi. ne yapıyordum ki? bir pazar gününü daha alabildiğine yalnız, alabildiğine mutsuz uğurluyordum. zaten ben hep mutsuzum. mutsuzum çünkü hayat miskiniyim sanırım. mutlu olmaya bile üşeniyorum, zannediyorum ki mutlu olmak için çaba harcarsam daha çok yorulacağım. ben beden yorgunluğundan korkmuyorum. anlatamıyorum insanlara, kafamın içi, beynimin her hücresi yorgun benim. beynim mutsuz. beynim çok huzursuz. düşünmek, hesaplamak, kaybettiklerimi görünce "vay anasını" dememek istiyorum artık.
aslında hiçbirşeyin manası yok bence. hani bazen olur ya, insanlarla kavgaya girişirsin, tartışmak, konuşmak istersin, ama karşındaki kişiden hiçbir tepki alamazsın. işte ben tam da o "tepkisiz" insanım. evet, biliyorum bu tepkisizliğim de çıldırtıcı. o an aklımdan milyar tane kelime geçiyor düşündüğümü, hissettiğimi ifade edebilecek ama bir el tutuyor sözcükleri olduğu yerde, dışarı çıkmalarına, özgürlüklerine kavuşmalarına izin vermiyor. öylece bakıyorum, "tamam" ya da "boşver"den başka birşey söylemiyorum. bilmiyorlar, halbuki bu da bir savunma mekanizması. gözler çok olaya tanık olduğunda, içte bir yerlerde kapanmayan bazı yara izleri olduğunda, insanın bilinç altında istem dışı savunma mekanizmaları gelişir. aslında "tamam" derken, seninle kavga etmek istemiyorum, buna gücüm yok demek istiyorum. "boşver" derken de, benim için kendini yorma, unut gitsin demek istiyorum.
artık eskisi kadar dolu dolu ağlayamadığımı da fark ettim dün gece. gözlerimin yaşarıp, o yaşların birkaç saniye içinde kaybolması, ağlayarak rahatlayamamanın verdiği iç huzursuzluğuyla dolu boktan bi geceydi. halbuki ben daha gençken, oturur saatlerce ağlardım, sonra ağlayarak uyuyakalırdım da sabah uyanınca şişen gözlerimle dalga geçerdim. aynı şeyi gülerken de hissediyorum. ne kadar oldu bilmiyorum ama çok çok uzun zamandır hiçbirşeye içten bir şekilde gülmediğimi fark ettim. tam birşeye gülersin, kahkahayla gülersin ama gülmeyi bıraktığın anda içine usul usul bi sıkıntı yerleşir ya, anlamsızdır, anın keyfini kaçırmak için gelmiştir sanki, tam öyle işte. velhasıl kelam, uzun zamandır yaptığım hiçbirşeyden keyif alamıyorum. ben gençken, mutsuzluktan bile keyif almasını bilirdim oysa. şimdi kalabalıklardan da kaçıyorum, yalnızlıktan da. öylesine, günü kurtarmak, vadeyi doldurmak için yaşadığımı hissediyorum, canım acıyor, en çok ta buna üzülüyorum.
gençlikten kalma tek alışkanlığım, hala söylenen her söze inanıyor olmam. aslında altında bir bit yeniği olduğunu hissediyorum, biraz derin düşününce o bit yeniğini buluyorum da, ama buna rağmen ben yine inanıyorum. serde biraz saflık varsa, edindiğin tecrübenin de, dinlediğin nasihatin de kimseye faydası dokunmuyor azizim. geçen sabah tuğba'nın söylediği söze takılı kaldım kaç gündür "biliyo musun, ben her gece yalnız olduğum için ağlıyorum" demişti. ben onu bile yapamıyorum. o en azından bir reaksiyon gösteriyor, ben herşeye, yalnızlığıma, mutsuzluğuma, günü kurtarmaca oyunuma bile ağlayamıyorum. ağlamak da güzel bişey aslında, ağlayabiliyorsan dolu dolu. gülmek çok güzel, sonunda o sikindirik sıkıntı yerleşmeyecekse içine. böyle işte..
işin en ilginç tarafı, ne yapmak istediğimi, ne olmak istediğimi de bilmiyorum. hele şu günlerde "Allahını seven üstüme biraz pasiflora atsın" modundayım. aslında kendime kızgınım, ama kızgınlığımı başkalarından çıkartıyorum hep. insan kendisiyle savaş halindeyken, kendisine küsken en çok en yakınındakileri üzermiş. bunu da öğrendim bu salak süreçte. kendimle küsüm, konuşmak istemiyorum. evde yokum, aklım başımda değil, aklım çok havada. ve aslında hayat nazan öncelin bir şarkısında dediği gibi "hayat güzelmiş-miş, çiçek açarmış-mış, kuşlar ötermiş-miş, falan filan."
 
↑Yukarı