30 Haziran 2012 Cumartesi

tatil dediğin bitebilen bişey

bir haftalık tatil süresinin de son anlarını yaşıyoruz ne yazık ki! bu seferkinden gerçekten hiçbir şey anlamadım ben. çarşı pazar alışverişleri, saçlarıma bakım yapmak falan derken zaman hızla akıp geçti. birer gün arayla dünyaya gelen iki kız yeğenimdi bu tatilin en güzel yanı. ilki perşembe günü, diğeri de bugünün ilk saatlerinde 00:59'da. daha yüzlerini göremedim ama merak hat safhada. dikkatimi çeken diğer şey de, ne zaman haziran ayında yıllık izine çıksam mutlaka hastanelik bi durumumuz oluyor. yaklaşık üç dört sene önce babam haziranda çıktığım izinde bypass ameliyatı olmuştu. ondan sonraki haziran iznimde de dayım rahmetli olmuştu. ondan sonraki iznime kısa bir süre kala da eniştem rahmetli olmuştu. bu seneki hastanelik durumumuz oldukça tatlı. en büyük teyzemin oğlu perşembe günü ikinciye baba olurken, kızı da bugünün ilk saatlerinde ikinciye anne oldu.
hastaneleri arayıp ta tek seferde ulaşabilen varsa bana formülünü öğretsin lütfen. dakikalarca şevket yılmaz eğitim ve araştırma hastanesini aradım aradım, en sonunda ablamla konuşabildim. daha önceki yazılarımdan birinde durumdan bahsetmiştim, özel hastanelerden bir tanesi bebişimiz için %90 ihtimalle özürlü doğacak demişti. sonrasında ankarada yapılan testler, şevket yılmaz eğitim ve araştırma hastanesinde yapılan testler ve kontroller sonucu bebişimizin gayet sağlıklı olduğunu öğrenmiştik. aslında bebeği alıp o sarsak doktora götürmek lazım. belki diplomasını yırtar atar da insanların içini karartmaktan, insanların sağlığı üzerinde saçmalamaktan vazgeçer. bugüne kadar gerek aileden gerekse yakınlarımdan edindiğim tek bir hastane tecrübesi oldu. NE VARSA DEVLETİN HASTANELERİNDE VAR! bunu da buraya yazıyorum bak. en azından hastalara müşteri muamelesi yapmıyorlar ve üç kuruş kazanmak uğrunda abartılı teşhisler koyup abartılı tahliller istemiyorlar.
dün itibarı ile şampuanımı değiştirip schwarzkopf gliss shea cashmere şampuan ve saç kremine geçtim. saçlarım nemini kaybetmiş meğer. ben yumuşak diye sevine durayım kuruyup kalmışlar. kuaför ablanın uyarıları üzerine düzleştirici ısımı düşürüp kullandığım dove'dan da vazgeçtim. ayrıca ısıya karşı koyuyucu olarak yine schwarzkopf'un gliss nutri protect bakım küründen de edindim. eskiden saç kremi bile kullanmayan biriydim. dove şampuana o kadar çok güveniyordum ki, ben saçlarımın sadece ısıdan o kadar yıprandığını sanıyordum. ancak şampuanımın da, saç kremi kullanmamamın da oldukça etkisi varmış. gliss ürünlerinden en çok ihtiyacım olanları seçtim bi güzel. şampuan ve saç kreminin içinde sıvılaştırılmış keratin varmış. umuyorum işe yarar, en azından dökülme ve nem kaybı konusunda bana yardımcı olur. ayrıyetten bemiks, bephanten, evigen, evicap, çam terebenti ve tatlı badem yağı karışımını da iki kez uyguladım bu hafta. şimdi bir süre yaklaşık iki hafta kadar ara vericem ona. saçları kurtarıcaz derken saç derisini mahvetmenin alemi yok bence.
ayrıca gliss kullanan birileri varsa şampuan hakkında yorumlarını rica edicem. memnun kalmışlar mı yoksa işe yaramaz mı bilmek istiyorum. bi de daha iyi olduğunu düşündüğünüz bi şampuan veya saç kremi varsa bi irtibata geçelim bence. herkesi öperim çok, iyi hafta sonları.

24 Haziran 2012 Pazar

arada bakmak lazım

dip boyamı yapmayalı 4 ay oldu. saçlarıma bakım namına herhangi bir şey sürmeyeli de çook uzun zaman. saçı ağırlaştırdığı için krem kullanmadığımı da hesab edersek, yıllardır çok yüksek ısıda saç düzleştirici kullanmama rağmen yine de yanmadıklarına, sertleşmediklerine şükretmem gerek sanırım. fırsat bu fırsat diyerek bu tatilde saçlarımı hem dinlendirmeye hem de hızlı bir bakım yapmaya karar verdim. yarın kırıkları aldırmayı, dip boyamı yapmayı düşünüyorum. bugünse kuaför sema ablanın tavsiye ettiği, eczacı -yıllardır kendisinden alışveriş yaptığım halde adını bilmediğim fakat bilgisine çok güvendiğim- adını bilmediğim abinin onayladığı karışımı yaptım.
üç tane iğne serumu kırıyorsun bi kaseye. adları, bemiks, bephanten ve evigen. bemiks ve evigen vitamin ama diğerinin ne olduğunu ben de bilmiyorum. bu karışımın içine çam terebenti ve tatlı badem yağı koyuluyor ama sadece birkaç damla. ben ilaveten evicap ta koydum 5 misket kadar. evicap ta e vitamini. sonra temiz ve tamamen kuru saç derisine parmak uçlarıyla masaj yaparak sürüyorsun. kalan karışımı da saçlarına yediriyorsun. havlu sarıp, fön makinesiyle havluyu ısıtıyorsun. yaklaşık bir buçuk iki saat beklettikten sonra duruluyorsun. çam terebenti yoğun bir şekilde çam kokuyor, normal olarak ta bemiksin kokusu iğrenç. aslında bu karışımın içine bir de yumurta sarısı koymak gerekiyormuş ama bu sıcakta kafamdaki yumurta sarısına tahammül edemeyeceğim için ben koymadım. koyulursa iyi olurmuş ama koyulmazsa da bi sıkıntı olmazmış. sema ablayla eczacı abiden aldım onayı. haftada bir kez ya da iki haftada bir kez tekrarlamak gerekiyormuş bir süre. hem saç dökülmesine iyi geliyormuş hem de saçları güçlendiriyormuş. bakalım deneyip görücez.
karışımı ilk kafama sürdüğümde "kel kalır mıyım lan" diye düşünmüş olsam da kel falan kalmadım çok şükür. yalnız ilk etapta uygularken ve yıkarken biraz saçım döküldü ama zaten normal yıkamada da o kadar oluyor. denemek isteyen olursa tavsiye ederim. tabi sonuçları daha sonraki uygulamalarda görücem.

gökkuşağı

sanırım yine yorgunluk birikti. bir haftalık yıllık iznimin ilk saatlerini boktan geçiriyor olmamın öncelikli açıklaması bu. yorgunluk. ya da yorgunluk adı altında kendimi kandırmaca. asıl sebebi mutsuzluk. uzaklaşma isteğini her zerremde hissederken uzaklaşmak istediğim herşeyin tam ortasındayım. neden uzaklaşıcam ki? işten uzağım mesela, iş ortamındayken bir türlü bitmek bilmeyen, içinde bir yılı gizli barındırdığına yemin edebileceğim koskoca bir haftam var. o geçmek bilmeyen zamanı çabucak tüketmek istemeyerek yine de göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğine yemin ederek sonlandıracağım bir zaman dilimi.
genel olarak zaman kavramından da mekan kavramından da nefret etsem bile, bu iki kavramın arasında sıkışıp kalmış vaziyette yaşıyorum. hayatımda hiç saate bakmadan dakikaları saatleri hesaplamadan bir gün geçirmedim ben. hiç bir gece saatin kaç olduğuna bakmadan uyumadım. pazar günleri dışında alarmı kurma ihtiyacı hissetmediğim tek bir sabahım olmadı. herkesin öyle değil mi aslında? herkesin öyle tabii ama, ben zaman ve mekan kavramından nefret ediyorum fark burada. mekan kavramından nefret ettiğim halde, bağlı kalmayarak yaşamayı çok arzuladığım halde ben 24 yıldır aynı evde yaşıyorum. 7 yıldır aynı iş yerinde çalışıyorum ve yıllardır sadece aynı insanları görüyorum. bazen, yaptığım bir takım şeyleri hiç alakası olmayan insanlara açıklamak zorunda kalıyorum. canım sıkılıyor onların arasında, eğlenceli değiller. renkleri pembe, sarı, mavi, kırmızı, yeşil değil. renkleri kahverengi, gri ve tonlarında. içimdeki renk karmaşasıyla aralarında çok sırıtıyorum. sonra kendime en yakın renkliye yaklaşıp onun o koyu ve kasvetli rengine sığınmaya çalışıyorum, olmuyor daha beter sırıtıyorum onun yanında.
kafamı gökyüzüne kaldırdığımda gördüğüm maviliği bir insanın yüzüne baktığımda da görebilmek istiyorum. o kadar ferahlatıcı olsun. o kadar ona baktıkça içim aydınlansın. yanında ferah nefesler alabileceğim insanlara çok ihtiyacım var. yanında zaman ve mekan kavramını önemsemeyeceğim insanlara çok ihtiyacım var. oturup karşılıklı birer sigara yaktığımızda, o sormadan anlatmak istediğim herşeyi, acaba saçmalıyor muyum kaygısını taşımadan anlatabileceğim insanlara ihtiyacım var. kasvetli duruşlarından, yüksekten atışlarından ve her seferinde ıskalamalarının acısını renklerini daha da koyulaştırarak çıkartmalarından sıkıldım. mesele yüzlerine bakıp gülümsemekte zorlanmakta değil, mesele o gülümsemeyi içten gerçekleştirememekte. yapmacık davranışlar bende çok sırıtıyor. bakıyorum, hiç kimse kendisi gibi değil, ben de onlar gibi yapmacık olayım o zaman diyorum. beceremiyorum, elime yüzüme bulaştırıyorum. annesinin makyaj malzemelerini aşırmış, yüzünü gözünü ruja bulamış kız çocukları gibi hissediyorum kendimi. ne öteki olabiliyorum, ne kendim olabiliyorum ne de kendimle barışabiliyorum.
mesele küslük meselesi değil. kendimde sevmediğim ve en yakınlarımı bile delicesine rahatsız ettiğinden emin olduğum o kadar çok yönüm var ki. kendimi kontrol edemediğim, kontrol etmeye çabalarken kenarda bir yerde debelenip durduğum o kadar çok anım var ki. ve ben hepsinin de adını hiç sorgulamadan mutsuzluk ve can sıkıntısı koymuşum. bi de oturup üzülmüşüm bi güzel benim neden hep canım sıkılıyor diye. sıkılmayacak ta ne yapacak ki. ne öteki olabiliyorum ne beriki. kendim olmak, bu kadar yapmacık insanın arasında kendim olmak çok zor. işte bu yüzden kendi renklerimin arasında boğuluyorum ben. pembelerim, mavilerim, sarılarım da başkalarının gözünü yoruyor. hayır, o kadar da renkli bir insan değilim aslında. yani görünüşte o kadar renkli değilim. yüzeysel olarak tanıyan -ki en derinliklerime kadar, içime aklıma ruhuma kadar tanıyabilen olmadı- için çok renkli değilim. gökkuşağından bir parça kopartabilseydim, ilk önce kopkoyu renkli insanların üzerine serperdim birazını. gerisi de benim olurdu, kararmaya başladıkça çalardım renklerinden. öyle işte..

17 Haziran 2012 Pazar

pazarın yaz hali

merhaba sevgili sıkıcı olmaması gerekirken gereğinden fazla sıkıcı olan pazar günü, merhaba aşırı sıcak hava.

nerden baksan yine en az bir ay önce tuğbayla "bi pazar çıkıp gezelim oturmayalım evde kös kös" gibi bi plan yapsak ta ben henüz "hadi o pazar bu pazar" cümlesini kuramadım. her zaman olan muhabbet işte, pazar sabahı geç uyanmak istersin ama erkencikten uyanırsın, kahvaltıyı aheste aheste yaparsın sonra mıhlandığın koltuktan bir allahın kulu kaldıramaz. ta ki, oturduğun yerde onbeş litre terleyip soğuk duşa girmeye karar verene kadar. e tabi o zamana kadar pazar gününün yarısını da bitirmiş olursun. sonra mı? "canım bu saatten sonra nereye gidilir ki" muhabbeti. oturup tv izlemeye veya nette takılmaya devam.
oldum olası sevmem pazar günlerini aslında. değişik bi duygu içindeyim pazar gününe karşı. hem tek izin günüm olduğu için sevesim geliyor, hem de pazar günü olunca ağır depresyona giriyorum. kışsa yine iyi, en azından dışarsı anasının gözü kadar soğukken "sıcacık evde oturuyorum mis gibi" diye düşünüyorum. ama işte yazın her taraf anasının gözü kadar sıcak olunca çekilmiyor vesselam. tek artısı, evde oturduğun için üşenmeyip te poponu yerden kaldırabildiğin zamanlarda istediğin kadar soğuk duş alabiliyor olman. başka bi faydasını görmedim meretin.
yapım itibarı ile evde oturmayı fazlasıyla seviyorum ama neden pazar günleri evde oturmaktan şikayet ediyorum, bu şikayetime rağmen de neden çıkıp gezmiyorum hiçbir fikrim yok. hala daha pazar günlerine karşı olan bu samimiyetsizliğimi aşamadım. pazartesinin bile bi özelliği var, sendrom günü. bi tek pazar gününün özelliği yok. tatsız tuzsuz, evlat olsa sevilmeyecek öyle gereksiz bi gün işte. ama yine de iyi ki var, tek izin günüm olm anlatabiliyor muyum sana?
ayrıyetten yaz mevsiminde işe tepeden rastgele toplanmış saçla gitmek meşrulaştırılsın. yani elbette ben de dümdüz seviyorum saçlarımı da, uzun olunca yapışıyorlar, yakıp kavuruyorlar ya çekilmiyor doğrusu. gece uyumadan önce soğuk duş alıyoruz güya, sonra saçı kurutup fönlemeye çalışırken soğuk duş bütün anlamını yitiriyor ve yine aynı yüksek vücut ısısıyla uyumaya çalışıyoruz. ayrıyetten sabah kalkınca, gece dümdüz olan saçlar sıcaktan dolayı kabarmış oluyor. boşu boşuna enerji sarf ediyoruz işte. ama ne yaparsın, mecburiyetler doğrultusunda yapılmak zorunda olan şeyler bunlar.
unutmadan, bütün babaların babalar gününü de kutlarım. sevgiler, iyi pazarlar.

çeşit

bu ara hayatın gündemine yetişemiyorum. neden? yaz geldi, yoğun çalışıyorum ve genellikle yorgunluktan ölüyorum. mesela şu an telefonumda yanıtlanmayı bekleyen bir sürü kandil mesajı birikti, ben henüz onları yanıtlamadım ve sanırım o mesajların sahipleri önümüzdeki ilk kandilde bana mesaj atmayacaklar. zamansızlık zor şey. azıcık zamanı paylaştırmaya çalışmak, o sırada da dinlenmeye çalışmak bazen imkan sınırlarını zorluyor. tüm bu anlarda da, insanlarla diyaloğumu iyi tutmak zorunda oluyorum. insan çok zor bir canlı vesselam. anlattığını anlaması gerektiği gibi anlamıyor, anlatmak istemediğini anlamak için gereksiz bir enerji sarf ediyor. hani herkese göre orta bir yol yok, o ayrı bi mevzu.senelerdir insanlarla iç içe olduğum bi iş yapıyorum, ben insanları çözemedim. hani insan sarrafı olmaktan bahsetmiyorum bak, haddim değil ki onun için epeyce genç sayılırım. insanları anlayamamaktan bahsediyorum ben. ne istediğimizi, ne hissettiğimizi anlatırken bile kısa ve net cümleler yerine uzun uzadıya imalı cümleler kurmayı tercih ediyoruz. neden? hep bi "şöyle diyeyim de böyle düşünmesin" düşüncesi var. düşünsün ne var yani, içinden geldiği gibi aklına estiği gibi davran. zaten düşünmesinden korktuğun gibi düşünüyorsa kendini yormana gerek yok, onu düşünceleriyle başbaşa bırak bence.
çok çeşitliyiz, değişik renklerde, değişik karakterlerde, ilginç huylarda ayrılıyoruz. ama her birimiz aslında sadece birer insanız. insan olmayı unutmuş, yahut da unutmak üzere olan insanlarız. küçük hesaplar peşinde koşarken büyük kazıklar yiyen biziz. her şeyde kusur ararken, hayatımızdaki güzelliklerin farkında olmayan da biziz. şikayet etmekten başka bir işe yaramayan, başkalarını maddiyata göre sınıflandıran, ırklara göre ayrım yapan, kendi çıkarlarımız uğruna en yakınımızdakini satan da biziz. boş zamanlarımızda nasıl dedikodu yapsak, kimin arkasından nasıl işler çevirsek, kime ne yalanlar söylesek, kimi nasıl aşağılasak diye düşünüp duran da biziz.
gece uyurken o gün ne yaptığımı sorgulayacak kadar derin düşüncelerin insanı değilim. ama bazen tam uykuya dalacakken birine söylediğim yalan geliyor aklıma, biriyle dalga geçtiğim an, birine haksız yere kızdığım an.. ben bile vicdan azabı duyabiliyorum. vicdanımı yitirdiğimi düşünüyordum bundan uzunca bir süre önce. hiçbir şey için üzülmem, hiç kimseye acımam, yaptığım hiçbir şeyden dolayı pişmanlık duymam sanıyordum. yanılıyormuşum. bazen yağmurlu bi akşamda beş liraya şemsiye satan o çocuktan şemsiye almadığıma üzülüyorum. aradan sanırım üç ay falan geçti. çocuk yeğenlerimden birine çok benziyordu. aşırı yağmur vardı ama o elindeki iki şemsiyeyi satmadan evine dönememkte kararlıydı. belki birini alsaydım, hatta ikisini birden alsaydım -ki alabilirdim de- evine giderdi. ne zaman yeğenimi görsem o çocuk geliyor gözümün önüne. bişey söyliyim mi, insan yaşlandıkça daha da duygusallaşıyor.
herkes eşit şartlarda gelmiyor dünyaya. bazıları doğuştan şanslıyken, bazıları da çocuk yaşta başlıyor mücadele etmeye. çok kızıyorum, maddi imkanı olmadığı çok belli olan insanların kıyafetleriyle dalga geçenlere. hani o da elinde olsa verir bi tişörte avuç dolusu para da, yoksa ne yapacak? senin kadar iyi giyinemediği için onu nasıl ikinci sınıf insan gibi görebilirsin anlayamıyorum affet. benim kafam basmıyor bu kadarına. olmadığını sandığım, ama şimdi kendisiyle iç içe yaşadığım vicdanım el vermiyor ona senin gözlerinle bakmaya. kusura bakma o yüzden, ben senin gibi olamıyorum. onun gibi de olamıyorum, ne olduğumun, nasıl bir insan olduğumun farkında olmadan yaşamaya çalışıyorum. hayır, amacım iyi bir insan olmak ya da iyi insan olmayı başaramazsam en azından öyle görünmek değil. iyi rol yapamam zaten, ağlayasım varsa mutluluk taklidi yapamam. mesele zaten iyi birer insan olmak ta değil, mesele adaletli birer insan olmak. mesele empati yapabilmek, onu anlayıp dinlemeden insanları yargılamamak. herkesin kendisine göre çok fazla geçerli ve haklı sebebi vardır pek çok meselede, önemli olan bunu görmek. yoksa her birimiz çok iyi insanlar olmuşuz, hiç küfür etmezmişiz, hiç kavga etmezmişiz ne çare. birbirimizi anlayamadıktan sonra..

8 Haziran 2012 Cuma

şikayet

havaların ısınmasıyla beraber "hof ne cehennemin dibine gitsem de serinlesem" moduna giriş yaptım. işin ilginci, kışken "yaz gelsin sesimi çıkartmiycam" diyordum, yaz geldi "kış gelsin asla soğuktan şikayetçi olmiycam" diyorum. insanoğluna yaranılmıyor, istediği gerçekleştiği anda istemediğini de istemeye başlıyor. garip.
mesela o kadar sıcak oluyor hava, sonra bi gün yağmur yağıyor ve "ayy bi yağsa da serinlesek" diyerekten dört gözle beklediğim yağmurdan yakınmaya başlıyorum. sanırım henüz benim standarlarımda olan bir hava durumu yaşamadık. işin ilginci kriterlerim ne onu da bilmiyorum. aslında az çok biliyorum da, haziranda yakmayan güneş, ıslatmayan yağmur, üşütmeyen kar görmedim ben daha. yok yani, benim istediğim gibi değil ve olmaması zaten normali. düşünebiliyor musun, kar yağıyor ama üşümüyorsun. baştan hayal edince güzel gelebilir, ama karın doğası üşütmek olduğu için üşütmeyen kar yağdığı zaman, tatsız tuzsuz bir şey olur. yani onu da sevmem, sevmeyiz.
küçük konulardan doğan şikayetlerim bitmek bilmezken, illallah demem gereken konulardan şikayet etmem mesela. işle ilgili sorunlar olur, o sorunlar büyür, bu arada aradan yıllar geçer ve ben ancak bi patlama yaşarım. hani o patlama anına kadar da hayatımdaki herkes herşeyin çok mükemmel olduğuna inanır. hatta ben bile inanırım. birini, bir yeri çok fazla seviyorsam, ona fazlasıyla değer veriyorsam, uykusuz geceler bile geçirsem içimi sıkan mevzuyu ona fazla yansıtmamaya çalışırım. ha ben sinir sahibi olmuşum, keyfim hiç yerine gelmiyormuş, içten gülemiyormuşum bunlar hiç problem değil. sevdiğim, değer verdiğim insana/mekana zarar gelmesin, o incinmesin yeter ki. ha ama ufak tefek mevzularda da serzenişlerimi dizerim bir bir. bilemiyorum, büyük problemleri göstermeden çözme, küçük problemleri de büyütme hastalığına yakalanmışım sanki.

3 Haziran 2012 Pazar

insan olun biraz

etrafımdaki insanların "herkesle iyi geçineyim, herkes beni çok sevsin" düşüncesinden de, alttan alttan ince sinsi hesaplar peşinde olmasından da sıkıldım. biliyorsun karşındakinin ciğerini, hani biliyorsun göründüğü kadar sevilesi değil, yine de sesini çıkartıp ta "sen busun işte" diyemiyorsun. o kadar iyi rol yapıyor, kendisini o kadar sevimli, sütten çıkmış ak kaşık gibi gösteriyor ki bir anda "onun kadar sevilmediği için onu kıskanan hastalıklı insan" oluyorsun. sevmiyorum lan, böyle insanların alayını sevmiyorum. bağıra bağıra, omuzlarından tutup sallaya sallaya sarsmak "doğal olsana, kendin olsana insan kere zavallı aciz" diye bağırmak istiyorum. ne gerek var ki bu kadar oynamaya.
neden bu denli sahtekarlar, neden bu kadar herkes tarafından sevilme çabasındalar bilemiyorum çünkü onları anlamıyorum. herkesin nabzına göre şerbet veremedim ben. benim doğruma en yakınım olan insan "hayır bu yanlış" dediğinde "tamam öyle olsun madem" diyemedim. hani kıvıramıyorum yerine göre, neyse o olmalı, neysem o olmalıyım ki o zaman ben olayım. ne olcak ki, herkes seni çok sevince herkesle iyi geçinince dünyayı mı ele geçiricen neyin peşindesin?
yaşadığı iki sıkımlık zor günü kullanıp, ajitasyon yaparak kendisini sevdirme hevesinde olan insanları boğmak istiyorum. kafanı kaldırıp bi baksan dünyaya, hayatı senden daha zor olan, gece yatağa uzandığında çözmesi gereken onlarca problemin olduğu sabaha uyanmak için uyuyan o kadar çok insan var ki, senin ergenken yaşadığın bunalımlar da, iki sıkımlık acılarını abartıp arabesk imaj çizerek "vah zavallım, neler yaşamış, çok iyi kız/adam" dedirtme çaban da benim gözümde anlamsız kalıyor. neden bu kadar boşsun, neden bu kadar sahtekarsın, neden bu kadar küçük hesaplar peşindesin bilmiyorum ama umuyorum insanlar seni gerçekten çok severler de, iki gün sonra bahsedip ajitasyon yapıcak bir acı bulamazsın. umarım, sinek ısırığı kadar olan acılarını anlatıp abartamayınca, bunalımlara girer, yoksunluk çeker ve yavaş yavaş geberip gidersin bu dünyadan. o kadar nefretliksin bak, sana zerre kadar acımayan insanların gözünde.
bu kadar özenti olmanız, paraya bu denli tapmanız, akşama iki ekmek almak için para bulamayan insanları utanmadan aşağılamanız çok tiksinç lan. birini, gidip salak saçma şeylere dünyanın parasını veremediği için, ay sonunu nasıl getireceğini kara kara düşündüğü için, aldığınız abuk subuk şeyleri gözüne sokarak hava atmaya çalıştığınız için tiksiniyorum sizden. eskiden, biz çocukken, okulda ya da mahallede durumu kötü olan biri olduğunda ona kimseye belli etmeden yardım etmeye çalışırdık, ne bileyim bi gezi olacaksa, sınıfça sinemaya tiyatroya gidilecekse, harçlıklarımızı biriktirir çaktırmadan arkadaşımıza verirdik, şimdikiler de birbirlerine "fakir" diyerek aşağılamaktan zevk duyuyor. sizi böyle sinameki yetiştirip, her istediğinizi alıp şımartarak böyle saçma sapan insanlar yapan anne babalarınıza da yazıklar olsun. insan olun biraz be, insan gibi davranın.

1 Haziran 2012 Cuma

bi tadına varsaydık

nasıl canım sıkılıyor, nasıl böyle iyi değilim anlatamam. her şeyin aynı olmasını bırak, her şeyin olmasından da sıkıldım. olmaktan, başka şeylerin de olmasından falan böyle tümden sıkıldım. artık insanlarla dalga geçmek te istemiyorum açıkçası. ciddi ciddi, insanların dalga geçtiğim o garip huyları artık canımı sıkıyor. böyle ağızlarını burunlarını kırasım, sonra da oturup pişmanlıktan ağlayasım var. evet evet, böyle manyakça ağlamak istiyorum çünkü SIKILIYORUM! sigara içmekten, çalışmaktan, yemek yemekten zevk almıyorum. mesela canım istediği için ya da aç olduğum için değil de, yemek yemem gerektiği için yemek yiyorum. ama ne var biliyor musun, ne kadar hayati önem taşısa da zorunlu olduğu şeylerden çok sıkılıyor insan.
sonra neden varız biz hala o zaman diyorum kendime. 7 milyar insan var bak bu dünyada, 7 milyarın hepsinin de canı sıkılıyordur eminim. elimizin altında olan herşey kolayca tüketilmeye hazır konumda. mesela en sevdiğim albümü daha bu akşam eve gelirken dinledim bitirdim. artık her şeye kolay ulaşıyoruz, o kadar da kolayca sıkılıyoruz. mesela, bugün akşam eve gelince, nokia ovi store'daki bütün uygulamalara, temalara vs. baktım bir saat içinde. sabah ta işe giderken otobüste düşünüyordum, bilmem siz hatırlıyor musunuz, hani turkcell-im internet sitesi yeni yeni yayına başlamıştı. deneme amaçlı da uzunca bir süre cepten turkcell-im'e girmek ve sitede dolaşmak bedavaydı. taş çatlasın 15 yaşındaydım ve telefonumdan turkcell-im'e girip, hiçbir bok yapmadan aptal saptal o siteyi kurcalamaktan heyecan duyuyordum. şimdiyse, en sevdiğim alışkanlığım olan twitter'a yazmadığım günler bile var. nerden baksan 9 sene önce o aptal turcell-im'den aldığım keyfi şimdi telefonumdaki youtube'dan ve twitter'dan almıyorum. interneti bile tükettik anasını satayım. sıkılıyorum bazen google'ın arayüzünü gördüğümde. ama televizyon izlememek adına yine de açıyorum twitter ve facebook'u.
hadi bunu da geçtim, eski muhabbetlerin de tadı tuzu yok. eskiden, lisedeyken falan okul çıkışlarında eve en fazla bir saat geç kalmamız söz konusu olabilirdi. arkadaşlarla o kaçak göçek gezmelerde neye güleceğimizi bile sapıtırdık biz. şimdi bolca olan zamanda gidip bi kafeye otursan, konuşacak iki kelime bulamıyorsun ve en sonunda konu dönüp dolaşıp demet akalın'ın saç rengine dayanıyor. bu kadar basit mi ya hayatımız, bu kadar basit mi arkadaşlıklarımız. ne yani, paylaşıcak herşeyi tükettik te demet akalın'ın yeni saçı mı oldu gündemimiz. buna daha çok sıkılıyorum işte. onu da yapmasak zaten, sanki bedava sms haklarımızı tüketmeye yemin etmişçesine telefon elimizde birileriyle mesajlaşıyoruz. ne bileyim ben, garibime gidiyor. iletişimin kopması canımı sıkıyor. ben arkadaşlarımla da akrabalarımla da diyaloğumun facebook üzerinden yapılan yorumlardan ibaret olmamasını istiyorum. hayır yani hatalı bi noktam varsa lütfen bildir. yanlış mı düşünüyorum?
öte yandan da, zaman hiç gereksiz bir şekilde geçip gidiyor. evet, hem CANIM ÇOK SIKILIYOR hem de zamanın çok hızlı geçtiğinden şikayetçiyim, burda bi ironi yok. her neyse, zaman diyordum, gereksiz bir şekilde çok hızlı geçiyor. aslında adaletsiz bir biçimde saçmalıyor zaman. geçmemesi gereken yerde geçiyor, geçmesi gereken yerde de nazlanıyor da nazlanıyor. bi dakka ya, neden böyle ki? neden bu kadar acele yaşamak zorundayız her şeyi. daha doğrusu NEDEN BU KADAR ACELE YAŞAMAK ZORUNDAYIZ EN GÜZEL ŞEYLERİ? biri bana açıklasın nolur bunu. tadım tuzum kalmıyor açıkçası. saçmalıklarla dolu bir iş gününde geçmek bilmeyen zaman, en keyifli olduğun anda pıt diye geçiveriyor. size de oluyor mu? yoksa garezi bana mı?
mesela bak ben film izlemeyeli çok zaman oldu. filmler de zamanın hızlı akmasını sağlıyor çünkü. dalıp gidiyorsun filme, bi bakıyorsun bir saat geçmiş bile. evet, tam tahmin ettiğin gibi gözleri saatte dakikaları sayıp, o geçen dakikaların kıymetini bilmeye çalışarak yaşayan biriyim. benim hiç acelem yok, o yüzden de ben hayatımı acele acele yaşamak istemiyorum. ama zaman bi müsade etmiyor işte, bıraksa ya yakamızı bi tadına varalım.
 
↑Yukarı