27 Şubat 2012 Pazartesi

insanlık özürlü doktor

15 gündür dört gözle beklediğimiz haber geldi en nihayetinde. haberin önemini anlatayım müsadenizle. şimdi kuzenim hamile benim. nerden baksan 4 aylık vardır. test sonucu pozitif çıktıktan sonra özel bi hastaneye gitti kontroller için. yaklaşık 2 ay öncesinden bahsediyorum tabi, hamileliğinin ikinci ayında falan cereyan etti mevzu zaten. gittiği özel hastanedeki kadın doğum doktoru bebek için "özürlü" teşhisi koymuştu. haliyle hepimiz üzüldük. ondan sonra başka doktorlara gitti gerek özelden gerekse devletin hastanelerinden. gittiği bütün doktorlar da bebeğin ense kalınlığının normal olduğunu, gelişen uzuvlarının da normal olduğunu söyledi ama işte insanın aklına şüphe takılmasın bi kere. hele ki böyle hayati bi mevzu söz konusuysa insan titizlendikçe titizleniyor ister istemez.
sonra en son gittiği devlet hastanesindeki doktoru haklı şüpheleri ve tedirginliği sonucunda ona karnından su aldırarak tahlil yaptırmasını söyledi. bursa'da yanlış hatırlamıyorsam sadece fakültede yapılıyor bu tahlil ve ohooo çok sıra var, hemen vermiyorlardı günü. malum, bu tarz test ve tahlillerin de yapılabileceği zaman bellidir, zaman yoktu açıkçası. sonra ankara'da bir akrabalarının doktor olduğu bi hastaneye gittiler. aynı gün içinde tahlili yaptırıp döndüler. ilk sonuçlar gittiklerinden 4 gün sonra geçti elimize. ilk sonuçlar "temiz" çıktı. doktoru büyük ihtimalle ikinci ve kesin sonucun da temiz çıkacağını söyledi ancak insan yine de emin olmak istiyor ya, bekledik işte bu güne kadar hepimiz kulağımız haberde. bugün ikinci ve kesin sonucu da öğrendik, bunlar da "temiz" çıktı çok şükür.
halbuki o özel hastanedeki doktora bakılırsa bebişimiz özürlü doğacaktı. özel hastanelerin işleyiş şekli bu gerçi, boğaz ağrısı şikayetiyle gitsen anında bademcik ameliyatı gerektiğini söylerler. bazıları da olayı öyle abartarak anlatır ki zannedersin bademciklerini aldırmazsan öleceksin. tabi yapılan onca tahlil, hatta gereği olmadığı halde yapılan tahlil ve hastanenin en çok bu anlamsız tahlillerden para kazanıyor olduğu gerçeğini atlamayalım. evet, ne yazık ki özel hastanelerin pek çoğunda hastaya "müşteri" muamelesi yapılıyor. e bu çark da dönecek bi şekilde wod dersen canım, o zaman bi zahmet hipokrat yemini etmesinler. bence doktorların esas işi hastanenin kasasını düşünmek değil, hastanın fiziksel ve manevi sağlığını, moralini yüksek tutmak. ama işte benim güzel memleketimde nerdee..
az önce konuştuk ablamla, eh haliyle çok da mutlu, olması gereken şekli bu. dedim ki, ankara'dan yazılı olarak gelince tahlil sonuçların gidelim birlikte o özel hastaneye, bebişimize özürlü teşhisi koyan o sarsak doktorun önüne koyalım tahlil sonuçlarını. hani ortamdaki tek özürlünün kendisi olduğunu vurgulayalım dedim, insanlık özürlü. kendisi hastane cirosu uğruna meslek ahlakını falan satmış, bu kadar kolaymış insanın ruh sağlığıyla oynamak baksanıza. her zaman söylerim, ben özel hastanelere güvenmem, devlet hastanesi kalabalıktır çok sıra olur ama en azından doktorları sağlamdır. sanırım şu mevzuya da tanık olduktan sonra hiç hiç gitmem özel hastaneye. allah düşürmesin tabi. herkesleri öperim, iyi geceler.

26 Şubat 2012 Pazar

aynı bokun laciverti

bir varmış bir yokmuş. memleketin birinde, trend olan ne varsa hemencecik benimseyen, ayakta uyutulmaya müsait gençler varmış. bir de bu gençler kendilerini herkesten farklı zannederlermiş. böyle hep bi marjinal olma çabaları varmış, hep kendilerini çok farklı, sistem sistem diye çığırdıkları zımbırtıdan kurtulmuş zannederlermiş. hayatı olması gerektiğinden daha fazla abartıp, kendi küçük hayal dünyalarında ürettikleri sorunlarla yaşarlarmış. sonra birileri çıkıp bu sorunlara çeşitli bilimsel adlar takar, bu gençleri böyle böyle kategorize ederek tek bir sınıfa sokarmış. gençler de kendilerini "çok farklı oldum yeaaa" diyerek bi halt zannederlermiş.
herşeyi çok abartrmış bunlar, abartılı davranışları da kendilerini doğal olmaktan alıkoyarmış. bir kitap çok gündemdeyse hepsi sosyal medyada kitapla ilgili alakalı alakasız yorumlar yaparmış. bir film çok gündemdeyse, izler izlemez hemen facebook profiline o filmi ekler, bir de yorum yaparlarmış. aynı müziği dinler, dinlemese bile dinler gibi görünüp, aynı tepkileri benzer cümlelerle verirlermiş. sevmeseler bile karalayarak reklam yaptıklarını hiç fark etmezlermiş. internet ortamında kendileri gibi düşünmeyenlere etmedikleri laf kalmazken, market kasasında poşeti açamayınca utanır, terler özgüvenleri yerle bir olurmuş. güncel olaylar hakkında fikirleri hep klavye başında olurmuş, asla tepki çekebilecekleri sosyal bir ortamda ağızlarını açıp tek kelime etmezlermiş. sadece kendileri gibi düşünenleri dinler, onlara hak verir ve sonunda "oo aşmışız biz abicim, hepimiz aynı şeye inanıyoruz" derlermiş.
twitter ya da facebook'ta "oo bak öyle large biriyim ki neredeyse kıçıma gül takıp gezcem" stayla takılır, toplumun tabu olarak gördüğü şeylere sırf popülarite uğruna dokunur ama gerçek hayatta ağzını açıp tek kelime edemezmiş. michael sikkofield'in de dediği gibi, "dedesinin yanında Allah, selin'in yanında Tanrı" dermiş bunlar, cool olmak için. sırf artistliğine ateist olurlarmış pek çoğu, ateizmle ilgili çok fazla fikirleri bile olmadan. olmak için olurlarmış pek çok şeyleri ve aslında inanmadıkları değerleri savunurlarmış. sırf popülarite uğruna. popüler olmak için canla başla uğraşırlarmış, fark etmezlermiş ama hep kendi karakterlerinden yerlermiş. sermayeyi tüketirlermiş yani, en sonunda da pek çoğu karaktersiz ve birilerinin istediği gibi kalıplaşmış insanlar olurlarmış. konuştukları konular, yedikleri yemekler, izledikleri filmler bile sistem dedikleri nanenin yöneticileri tarafından özendirilerek aynılaştırılırmış. onlar diğerlerinden çok farklı olduklarını düşünseler bile aslında her biri birbirinin aynısıymış. çok yazıkmış.
sırf artistliğine başkalarının değerli ve kutsal gördükleri şeylere hakaret-küfür edebilirlermiş. geçmişlerini, tarihlerini, cedlerini yargılar, eleştirir, onlara kara çalar, elalemin pop şarkıcısı ölünce kıymete bindirirlermiş. hayat hakkında en ufak bir fikirleri bile olmadığı halde sürekli birilerine ahkam keserlermiş. iki kitap okuyup üç film izleyince en ala entel olurlarmış. kültürlülüklerinden yanlarına yaklaşılmazmış. günlük hayatlarında iki kelimeyi bir araya getiremeyip cümle kuramayanları sözlüklerde trollük yaparak egolarını tatmin edermiş. içinde bulunduğu oluşumun karşıtındakileri genelde "cahil, yobaz" diye eleştirirlermiş. onların düşüncelerini eleştirecek iki kelimeleri yokmuş ki, biri onları bozduğunda daha da saçmalarlarmış. bilmedikleri şeyleri öğrenmektense bilgi sahibi olan kişiyi sinirlendirerek konuyu kapatmayı seçerlermiş. aynıymış bunlar, aynı bokun lacivertiymiş.
sistem dedikleri şeyin farkında olmadan ellerine verilen küçük sistem oyuncaklarıyla idare ederlermiş. onlara anlatılan bütün masallara inanırlar, kahraman gösterilenlere taparlarmış. bireyselleşmekten tek anladıkları bencilleşmekmiş. onlar, kitle haline getirilmiş, uyutulmuş koyunlarmış ve oluşturdukları kitle içinde bencilleşerek bireyselleşebileceklerine inanırlarmış. X'in düşündüğü şeyi kendi düşüncesiymiş gibi sahiplenir, hiç sorgulamazmış, kendi ahlaki değerlerine uyup uymayacağına bakmazlarmış. ancak Y çıkıp ta X'in tam zıddını düşündüğünü ifade ettiğinde X'in holiganları Y'ye saldırırmış. tabi Y'ninkiler de X'e. sonra bu holiganlar arasında çatışma çıkarmış, bu kaosa dönermiş. böyle dönme dolap gibi oldukları yerde döner durur, kendi aralarında paslaşırlarmış yalnızca. birlikte hareket ettiklerini düşünürken, aslında farklı noktalardan hareket ederken yan yana geçtiklerini fark etmezlermiş. onlar çok küçükmüş, büyüyünce çok büyük fikirlerin hizmetinde olduklarını anlatacakları için çok böbürlenirmiş. yazık, çok gençlermiş.
kendi ülkesinin ürettiği sanatsal değerleri birer sanat otoritesiymişçesine eleştirirken, başka milletlerinkini yere göğe sığdıramazlarmış. bunlar hiç yerli malı haftası kutlamamış gençlermiş. siyasetten anlamasalar bile anlıyormuş gibi görünürlermiş, ancak pek azının siyaset muhabbeti dinlenirmiş. 1000 tanesinin içinde 10 tanesinin gibi. marjinal olmak için şekilden şekile girerlermiş. dayatmadan kaçtıklarını iddia ederken dayatmanın alasına yakalanırlarmış, sonra da hallerinden memnun olurlarmış. çok küçüklermiş daha, büyüyünce belki de bu hallerine "saçmalık" diyeceklermiş. yahut da, "ben gençken, çok değerli ideolojilere hizmet verdim" diyeceklermiş. hem de o ideolojinin sahibinin hiç umrunda bile olmadıkları halde.

25 Şubat 2012 Cumartesi

ufalana ufalana kaç kuşak

çok ilginç durumlar var. aslında bu ara herkes bana çok ilginç geliyor, bu duruma şaşırmamam gerekiyor, hadi hayırlısı. "şaşırtmaması gerekir" cümlesi tuhafıma gitmeye başladı şu sıralar. belki kendi küçük dünyamdan sıyrılıp dış dünyada insanlar neler yapıyor diye baktığım için böyle bu. uzun bir süre hani formalite icabı konuştum görüştüm pek çok insanla. bazen kendi kendine kalmak, kendini başkalarının sorunlarından soyutlamak istersin ya, aynen öyleydi durumum. hem alakadardım, hem alakasız işte. bugün bi olay sonucu arkadaşımın da dediği gibi "bazen bazı olaylara fransız kalmak iyidir" cümlesine katılıyorum mesela. gerçekten bazen bazı şeyleri bilmemek, görmemek, duymamak iyidir, en azından kafa yormaz.
bir de herşeyi bilmek, duymak isteyen cinsler var ne yazık ki. herkesin özel hayatı hakkında bilgi sahibi olmak zorunda hisseder kendisini, hani bilmezse ölebilecekmiş gibi. bilmek istemesi yetmezmiş gibi kendi doğruları doğrultusunda yargılayabilir, hatta çok rahat kara çalabilir kişiye. inanın sırf kendisinin istediği gibi biri olmadığı için yapar bunu. onun doğrusu ötekine yanlıştır belki, ama işte anlamaz bunu. en ufak bir itiraz bile onu deli etmeye yeter, tek bir doğru vardır ona göre, o da kendi doğrusu. kısacası yapmaya çalıştığı şey "hayat otoritesi" olmaya çalışmak, başka birşey değil. o küçük burnunu herşeye sokar bi kere, o küflenmiş aciz beyniyle herşeyi yönetebileceğini düşünür ve olmayan ahlaki değerleri onu başkalarını yargılayabilme hakkına sahip kılar. yok işte, hiç kimsenin böyle bir lüksü yok ne yazık ki. gel de anlat değil mi?
sevmem böyle insanları, hani beni zerre kadar ilgilendirmez onların o empati yapamayan küçük zavallı beyinlerinin ürettikleri. konuştukları muhabbet hep hayal dünyalarında edindikleri tecrübelerden kaynaklanan nasihatlerdir. ne anlatırsan anlat mutlaka bir benzerini o da yaşamıştır, ona göre o an gitmekte olduğun yol tamamen yanlıştır. hemen devreye sokuverir akıl verme işlerini. anlatır küflü hayallerinden edindiği tecrübeleri sana, inan bana çekilmez. tahammül edemezsin. zanneder ki onun düşünceleri doğrultusunda yaşandığı sürece bu dünya güzel bir yer olacak, hani ondan daha doğrusunu bilen yoktur, olmamıştır, olmayacaktır hesabı. canım, çok aciz. halbuki "doğru" kavramının göreceli olduğunu bilmez, yani birden fazla doğru olabilir evet. ama tek olan "gerçek"tir. en basit örneğiyle siyahın siyah olduğu gerçektir, bu tektir, çürütemezsin. ancak siyahın ne kadar güzel bir renk olduğu tamamen kişiye göre değişir, değişmelidir, normali bu.
ama işte biz toplum olarak hayat otoriteliği yapmaya bayıldığımız için "herkesin kendi hayatı, isteyen istediği gibi yaşayabilir" cümlesini bile yüksek sesle söyleyemez olduk. mutlaka hakkımızda iyi/kötü düşünen birileri vardır, mutlaka bu insanların hayatlarımız üzerinde söz söyleme hakları vardır ve dikkatlerini çekmemek zorundayızdır. hani onların istediği gibi olmasak bile bunu gizlemek zorundayızdır. çünkü elalem düşünüyor hakkımızda, sürekli birşeyler üretiyorlar ve takdir edersiniz ki hiçbirimiz birer savunma mekanizması değiliz. hani o ağızlar torba olsa büzüverelim mesele kapansın ama değil işte, ne yazık ki öyle değil işte. çok garip.
kim en son ne zaman karşı komşusunun ne düşündüğünü umursamadan hareket etti ki? bir de takılmışız itibar konusuna, hani biri bi laf edecekse de iyisinden etsin, az itibar sahibi olalım istemekteyiz. hani biz farkında değiliz ama birileri hayatlarımıza belli sınırlar çizmiş, bir format oturtmuş ve bizler buna uyumlu yaşamaya çalışıyoruz. o çizgilere basmaya çok azımız cesaret edebiliyor, yahut hiçbirimiz bunu yapamıyoruz. işte teomanın bahsettiği o "çizgilere basmadan yürümeye çalışan insanlardanız" her birimiz. günü kurtarma çabası yani. zaten sistem dedikleri olay da bu azizim, sistem dedikleri olay tamamen bize sinsice kabullendirilmiş ve adına "toplumsal değerlere göre yaşamak" denmiş kurallar zırvası. sistemin çarkları ağır ağır dönüyor ve çoğumuz uyum sağlamaya çalışırken ufalanıp gidiyoruz. ne acı. rengin'in bi şarkısı vardı, hani 90'larda çocuk olanlar bile bilir az çok, diyordu ki şarkıda "ufalana ufalana kaç kuşak eridik bu yollarda, kimimiz yerle yeksan kimimiz zor ayakta" gerçekten de durup düşününce "aynen öyle işte" diyorsun. gerçekten ufalana ufalana büyüyoruz, hani düşmesek bile zar zor ayakta duruyoruz. yaşamak istediklerimizden çok şey kaybediyoruz, özümüzden vere vere öz benliğimizi yitiriyoruz ve en sonunda "mahalle baskısı" nı oluşturan kutsal toplum otoritelerinin çizdiği profillerde insanlar oluyoruz. ne istediğimizi bile unutuyoruz yalan mı?
hadi madem konusu açıldı, bilmeyenler için de rengin'in şarkısını koyayım şuraya.
rengin aldatıldık

herkese iyi geceler o zaman :) kalp.

24 Şubat 2012 Cuma

insanlar çok ilginç bence

hayat ilginç zaten de insanlar ondan daha ilginç azizim. yani hakikaten kalakalıyorsun bazılarının tepkileri karşısında. tamam bak çok normal biri değilim, hatta genellikle tepki vermemem gereken yerde aşırı tepki veririm, vermem gereken yerde de öylece susar kalırım ama şu güne dek kimseye hiç alakasız trip attığım olmadı. yani yanlış anlamış ta olsam mutlaka trip attığım kişiyle alakalı bi durum vardı. bugün akşam saati duruyorum mağazada boş boş, hatunun teki geldi ve nerede tırnak kalemi bulabileceğini sordu. şimdi bilmiyorum desem "nasıl bilmezsin yhaaa" diyecek bi tipti, akşam akşam sinirimi bozmayayım dedim söyledim en yakındaki yeri. bu bi tepindi olduğu yerde "yaaa ama çok uzak orası yaaa" dedi. baktım abla hafif kırık dalgaya aldım bunu. "yok canım siz zahmet etmeyin oturun şöyle ben size bi kahve yaptırayım, gider alırım bi koşu" dedim. bu safım da sanırım ciddiye aldı "ayy gerçekten miiğğğ?" dedi üstüne. allahım gel de ölme.
sonra döndüm, "yani çok pardon ama bana ne sizin tırnak kalemi probleminizden, bana niye trip atıyosunuz ki. bi de işi gücü bırakıp gideceğime inanıyosunuz ya bravo" dedim. acayip sinirlendi nan, vallahi sinirlendi. çıktı gitti mağazadan manyak. hayır bütün müşterilerime böyle davranmıyorum tabi ki ama bazıları gerçekten "gel benle dalga geç" diye bağırıyor uzaktan. çok enteresan ya, kardeşim bana ne senin tırnağını boyayacağın kalemden, akşam olmuş, zaten yorulmuşum, bir de üstüne sabahtan beri sigara içememek vurmuş ki değme sinirlerime, neden şansını zorluyorsun ki anlamıyorum yani. gerçekten anlamıyorum.
geçen çarşamba sabahı da takılıyorum böyle mağazada, 30-35 yaşlarında bi adam dikildi sepetteki kolonyaların önüne. çıktım, yok ben öyle bakıyorum dedi ama adamın tipi tip olmadığından bırakamadım ürünleri bi başına. hırlı mıdır hırsız mıdır ne bileyim yani. o kadar da işim var ki anlatamam. koliler dolusu ürün gelmiş, onları ayır faturadan kontrol et yerleştir derken yine beynim sulanmış durumda zaten, bi de bu enteresanla uğraşıyorum. adam da ısrarla sadece baktığını ve işime dönebileceğimi söylüyor. ben de ısrarla işimin aslında bu olduğunu, onu orada yalnız bırakamayacağımı söylüyorum. böyle inatlaşıyoruz. derken bu abimiz "ya aslında ben burdan bi kıza bakıyorum" dedi. ama nasıl nevrim döndü nasıl sinirlendim var ya anlatamam.
derhal pasajı terk etmesini söyledim, "ya ben sana bişey demiyorum ki bak işine" dedi. hayır abartmakta haklıyım çünkü adam böyle değişik bi tip, itici falan. takıntılı sapıklar gibi aynı. ne idüğü belirsiz yani. döndüm "beyfendi bana ya da başka birine bişey deyip demediğiniz hiç önemli değil, kim olursa olsun bu pasajda çalışan herhangi bir arkadaşımı rahatsız edemezsiniz, hemen çıkın yoksa polis çağırıcam" dedim. bu polis çağırma olayına da iyi alıştım he bu arada, bizim çevik kuvvetlerden bikaç arkadaşın telefonunu alıcam en sonunda hani uğraşmayayım 155'i aramakla falan. adam gerçekten sinirlendiğimi anlayınca yürüdü gitti. denyodaki rahatlığa bak ya, gelmiş "ben burdan bi kızı kesiyodum daa" diyor bi de utanmadan. allahım nasıl öldürmesin insan bunu.
sonra tabi yandaki kıza anlattım durumu, başladık gülmeye sinirlerim bozuldu zira. hayır öyle ilginç bi pasajımız var ki, hani insanın başına bişey gelicek olsa çıkıp bağırsan kimse çıkmaz ne oluyor diye. hani öl yani orda, ondan sonra ambulans çağırıp gönderirler cesetini. tövbe allahım ya. insanlarımız gerçekten kafayı sıyırmış gençler o kadar diyorum bakın. yani bildiğin rengarenk bi hafta geçirdim. bakalım yarın son noktayı nasıl koyucaz ama hani daha fazla tuhaflığa tahammülüm yok açıkçası. sabrın da bir sınırı var ki ben hiç sabırlı değilim. bu da bi gerçek.
bu arada blogun şeklini değiştirdik. daha doğrusu sevgili sevgilim değiştirdi. adam bütün gün işi gücü bıraktı bununla uğraştı ya ona da helal olsun açıkçası. abi şimdi nasıl sevmeyeyim ben bu adamı söyler misin? vallahi aslında ben bu şeklini çok beğendim ama kendisi bu geçici aklımda başka bişey var diyor, bakalım görücez. tabi ben meraktan çatlıyorum adamın aklında ne var diye o ayrı. laf aramızda adam sevgililer günü için kitap yazmış bana, blogumla uğraşıp duruyo, eh her türlü gıcıklıklarıma da tahammül ediyo, valla şanslıyım ya. vallahi ya! kalp.

20 Şubat 2012 Pazartesi

ne olcak ki?

biri bana güzel bi masal anlatsın. hayır hayır bugün mutluyum. yani tam olarak mutlu değilim belki ama bütün can sıkıntım gitti gibi. üstelik bugün günlerden de pazartesi. normalin aksine ne zamanla bi sıkıntı yaşadım, ne kendimle. belki işimle uğraşmak iyi geliyordur bana bilmiyorum, ama kendimi dinlemedim bugün. kapattım kulaklarımı iç sesime, dış dünyayı dinledim. üstelik bugün hava güneşli olduğu halde soğuktu da. ben güneşli havaların soğuk olmasını hiç sevmem. daha doğrusu güneş güneşliğini bilip ısıtmayacaksa, bi zahmet dönsün sırtını bize. net olsun, öyle bi görünüp, buradaymış, her an ısıtacakmış gibi yapıp ta vazgeçmesin. net olsun dedim ya, öyle işte. yaksın güzelce, zaten içim üşüdü, durup altında ısınaym, her zerremde hissedeyim o sıcaklığı. başka türlüsü makbul değil benim için. gerçi öyle güneşin altında oturacak kadar zamanım da yoktu hani, bugün tam 10 saat 30 dakika boyunca dışarı çıkmadım. hem de hiç. insan en çok içeride mahsur kaldığında özlüyor bence açık havayı. insan en çok mahrum kalınca anlıyor birşeylerin kıymetini.
bugün çok tuhaf birşey oldu aslında. daha doğrusu bu sabah. yaklaşık 7 yıl önce bi trafik kazasında kaybettiğim çocukluk arkadaşımı hatırladım. aslında hep aklıma gelirdi de, öldüğünden bu yana ilk kez kendi içimde onunla konuşurmuş gibi konuştum. biraz kızdım ölecek ne vardı diye ona, biraz anlattım ordan burdan olanı biteni. ama onu dinleyemedim işte, gözümün önünden saatler boyu gözleri gitmedi. ölmeden az bir zaman önce çektirdiğimiz o fotoğraftaki gibiydi hayalimdeki görüntüsü. özlemek gibi de, yokluğunu kabullenmek gibi de, kabullenememek gibi de değişik bi duygu bu. ama çok hafifledim. çünkü anlattığım her olaydan sonra vereceği tepkiyi az çok biliyordum, onun yerine o cümleleri kendime ben söyledim, hafifledim.
sonra böyle kendi kendime onunla konuşurken aklıma öteki taraftan bizi görüp göremeyeceği geldi. görüyorsa kızıyordur mutlaka, insan bir kere bile annesini ziyarete gitmez mi ki? ben gitmedim. ama hani vefasızlıktan değil, oraya gidince ne diyeceğimi bilmediğimden. aslında çok üzgündüm ama benim üzüntüm onun annesininkinin yanında neydi ki. devede kulak. ne diyecektim? "başınız sağ olsun ben çok üzüldüm" mü? nasıl bi teselli verecektim ki? ben teselli vermeyi de kutlamayı da beceremem. yani nasıl davranmam gerektiğini bilmiyorum. garip değil mi? belki de garip değil, bilemedim.
belki de bugünkü pozitif ruh halimin sebebi de buydu. o 18 yaşında ölmüştü. 18, ne kadar genç değil mi? o öldükten sonra biz neler neler yaşadık halbuki. eğer ömrümüz de varsa daha da yaşayacağız hatta. hayat gerçekten çok garip bi hadise. sonra durdum iyice düşündüm, 18 yaşında birinin bile ölebildiği bir hayatı çok mu ciddiye alıyoruz biz dersiniz. çok mu kasıyoruz kendimizi bişeyler olabilmek için. her şeklin sonunda bir ölü olacağımızı bile bile. ne yani, öleceğiz diye uğraşmayalım, ot gibi öleceğimiz günü mü bekleyelim diyebilirsin. haklısın da. demek istediğim o değil ama. eninde sonunda ölü olacağımız bir hayatı yaşıyoruz, hani üzülmek, mutlu olmak, çalışmak, öğrenmek, yaşamak bu hayatın bir parçası, bunlar hayatı hayat yapan şeyler de, biz tüm bunlar için fazla hırs yapıyoruz sanırım. üzülmeyi de abartıyoruz, sevinmeyi de. öğrenmeyi bile abartıyoruz. aman canım bilmeyeyim ben bilmem neyin ne olduğunu, ne olcak ki? ne fark etcek söyler misin? bilmeyiveririm olur biter.

19 Şubat 2012 Pazar

sert olsun

insanın sağlıklı yaşamak için yanıp tutuşan arkadaşları olmasın. hele benim gibi birinin hiç olmasın mümkünse. sabah uyandım, kahvaltıdan sonra sert bi kahve içeyim de ayılayım dedim, kahve kavanozuna elimi bi attım enee bomboş. nerde yahu benim kahvem ühüüühüü diye ağlarken aklıma fatma geldi. dur dedim arayayım hem gelsin beraber kahve içer laflarız, hem de kahve getirir gelirken. aradım, kapmış kahvesini gelmiş sağolsun. gelmiş gelmesine de, o kahvenin içinde benim sabahları ihtiyaç duyduğum kafein yok! kafeinsiz kahve mi olur allasen? kahveyi sabahları uyanmak için içiyorum zaten. hayır yani bu yıllardır böyle, hele iş günlerinde kahvaltı bile etmem, her sabah sert bir kahveyle başlarım güne. ancak midem ağrıyorsa çok az süt damlatırım içine, o da hani sırf annemin gözünü boyamak için. yine serttir yani o kahve.
aslında tad olarak fazla bi fark yok. yine o mis gibi kahve kokusu var onda da, tamam buraya kadar herşey normal. ancak, sabah içtiğim kahvede özellikle, fincanın yarısına gelince hayata olan bakış açım değişir nan benim, herşey daha bir güzel görünür gözüme, yani en azından "herkesten nefret ediyorum" modundan çıkarım biraz da olsa. daha çekilebilir, daha sevilebilir insan olurum yani. ama işte o kafein kanıma işlemeyince sanki evlat acısı gibi bir acı hissettim. olum gerçekten kafein bağımlılığı diye birşey varmış, bak çok ciddi söylüyorum. bir yandan da fatma bıdbıd konuşuyor. efendim işte kafeinli kahve çok sağlıklı değilmiş te, selülit yaparmış ta blablabla. yahu sağlıklı yaşamak isteyen kim söyler misin bana? ay katil oluciğim. bak bana küfret ama hayattaki tek zevkim kahveme hakaret etme, boğabilirim seni. o dilini kopartıp kedilere söğüş yaparım çok ciddiyim.
tüm bu aklımdan geçenleri fatmaya yansıtmadım tabi. böyle de bi huyum var, kahrımdan, sinirimden ölsem karşımdakini kırmak istemem bazen. ama bazen. şimdi ne gerek var ki 40 adımda ulaşabileceğim bakkaldan, en azından nescafenin tek içimlik klasik kahvesinden alabilecekken kızı kırmaya. hayır yani, allık fırçamı iş yerinde unutsam sabahın köründe fatmayı ararım ben uyan allık fırçan lazım diye. o düzleştiricisini ablasında unutsa, sabahın yedi buçuğunda gelip bizim evde saçını düzleştirebilir, sonuçta belli bir samimiyet var ortada. gittim aldım bakkaldan kahvemi, yemin ediyorum çakralarım açıldı, bi anda toz pembe, jelibon kıvamında bi insan oldum. tabi fatma bi yandan da "selülit yapar, kızım çok zararlı ya içme şu kahveyi bu kadar, al bak kafeinsize alış" diye bıdbıd konuşuyordu. siktir et sen şimdi selüliti dedim, anlatacaklarım var sana. sonrası malum zaten, kikir kikir dedikodunun dibine vurduk sabah sabah. var ya, bazı arkadaşlarımla yaptığım dedikodu gün yüzüne çıksa, bi de şu netteki bazı loglarım açığa çıksa, öleyim arkamdan bi fatiha okumayacak insanlar var. hani dalga geçilir de, bu kadar olmaz. arada mailleşiriz fatmayla, çok gizli konularda, daha doğrusu geyiğin dibine vurulduğu zamanlarda, abi yerin kulağı var neme lazım yani.
bi de benden tavsiye, sakın çevrenizden birine kullandığınız bilgisayar olsun, cep telefonu olsun herhangi bir teknolojik cihazla ilgili tavsiyede bulunmayın. her sorunda zırt pırt arıyorlar, bunu nasıl yapçaz, bu böyle uyarı verdi napayım diye. ben de bilmiyorum ki, ya mesutu arıyorum, ya kardeşimden yardım istiyorum. yani kullanıyorum diye çok bilgi sahibi olmam gerektiğine inanmıyorum zaten. zor anımda imdadıma yetişecek şövalyelerim var yahu, az mı kardeşimin ömrünü yedim bilgisayar konusunda. kardeşime ulaşamadığım zaman az mı mesutun ömrünü çürüttüm. sabırlı insanlar vesselam, çok sabırlılar. ben olsam eeeh ama yeter derdim. sıkıntıya gelemiyorum işte ne yapabilirim.
herkese iyi pazarlar diliyorum canlar, allah kimseyi sabahın köründe kahvesiz bırakmasın, bütün kahveleriniz dilediğiniz gibi sert olsun. amin. kalp.

18 Şubat 2012 Cumartesi

hükmen mağlubum ki bu konuda

eğri oturup doğru konuşmak lazım değil mi? şimdi o zaman şu sıralar canımı çok acıtmakta olan şeyi eğrisiyle doğrusuyla bi ele alayım. hani anlatayım aslında kafamın içini yiyip duran böcekleri. durum şöyle aslında; ben aşık oldum. aşık olduğum adam da bana aşık oldu. bunda ne var değil mi? ne güzel bişey aslında. çok güzel bişey aslında, çünkü ben farkettim ki bu güne kadar hiç aşık olmadım. yani, tabi ki hayatıma giren birileri oldu ama burnumun dibinde oldukları halde onlara aşık olmadığımı keşfettim. işte o dakika "eve gidince ara beni" diyen adama neden "sanki askere gidiyorum yahu, ne olucak, aramasam ne çıkıcak" yanıtını verdiğimi anladım. ben o adama aşık değildim ki, ona neydi benim eve gidip gitmediğimden. istersem pekala ölebilirdim ve bu onu ilgilendirmezdi.
konumuz bu aşık olduğum adam aslında. şimdi belki abuk gelicek ama biz bi sözlükte tanıştık. kaynaştık, arkadaş olduk, hemen her akşam konuşur olduk, sonra onun doğumgününü kutlamak için bi blog hazırlarken aslında bu adama karşı hissettiğim şeyin çok da dostça olmadığını farkettim. sonra kendi hissettiklerimden korktum ben, olmaz ki dedim kendi kendime, olmaz çünkü bu adam ankarada yaşıyor. bense bursada. sonra bu adamın da bana aşık olduğunu öğrendikten sonra daha bir korktum. bu seferki korkumsa "ya bir gün ayrılamayacak kadar seversem onu" korkusuydu. sahi ne olurdu? tut ki evlenme kararı aldık, ulan anneme ne diyeceğim, babama ne anlatacağım. kardeşime nasıl söylerim. yahu ben burayı, ailemi bırakıp ankaraya nasıl giderim? gidemem ki, bende o cesaret yok ki. bende babamın karşısına geçip "ben ankaradan biriyle evleneceğim" diyecek güç yok ki. adam kalp hastası, abi adama bişey olursa hayat boyu bunun vicdan azabıyla yaşanmaz ki.
tüm bunları düşünüp dururken, geceleri uyumazken, sevgililer günü geldi çattı. akşam tatlı tatlı konuşurken msnde, dedim buna ben ankaraya gelemem diye. konuştuk falan, baktık olacağı yok yolları ayıralım o zaman dedik, ayırdık. bütün gece uyumadım biliyor musun? sabah kalkar kalkmaz, çarşamba sabahının 9unda anneme anlattım. tanıyın birbirinizi bakalım dedi kadın ama zaten o arada tansiyonu fırladı, anladım. sonra bu adama mesaj attım, aradı, konuştuk, hiçbirşey yokmuş gibi devam ettik. ama işte şu kör olasıca iç sesim susmadı susmadı. aynı ruh hali bende devam ediyor, karmakarışığım, babamı görünce kardeşimi görünce üzülüp duruyorum. annem zaten 3 gün şekeri tansiyonu yüksek vaziyette hasta hasta gezdi. her halinden belli kadının aslında bu durumdan hiç hoşlanmadığı. şimdi dersen "wod, kızım 3 ay sonra 24 olucaksın, bebek misin sen, kendi kararını kendin ver". öyle değil işte o iş be canım, ben bugüne kadar annemin hoşlanmadığı biriyle arkadaşlık dahi etmedim biliyor musun? hani anormal derecede bağlıyız biz birbirimize aile olarak, onların ne düşündüğü benim için çok önemli.
biliyorum ki bu adam da ankarayı bırakıp bursaya gelmez olası bir gelecek planında. gelemez, çünkü onu da oraya bağlayanlar var. aynı zamanda hem bunu bile bile onun gelmesini isteyemem, bu konuda ısrar edemem yapımda yok, hem de yapmadığım birşeyi onun yapmasını bekleyemem. bir de içimi en çok acıtan, sevgililer günü hediyesi olarak bana kitap yazmış olması. hayatta aklıma gelecek en son şeylerden biriydi, anlatamam o duyguyu. her neyse işte hal böyle olunca, adama diyemedim tekrardan sen gelsene diye. yapamadım abi, yok işte olmadı.
bir de ne var biliyor musun, kendimi iyi tanıyorum ben. potansiyelimin farkındayım yani. yarın bir gün tut ki evlendik, gittim ankaraya ve ben ordayken burda aileden birine bişey oldu, yetişemedim, gelemedim tut ki, adamın ömrünü çürütürüm senin yüzünden geldim buraya diye. al sana "ben bu manyakla niye evlendim ki, bunu sevdiğim gün aklım nerdeydi" pişmanlığı, al sana mutsuzluk. hani o durumda evlat olsam sevilmem bak, o kadar söyleyeyim. öte yandan, tut ki hiçbirşeyi hesaplamadan çıktık bu yola, aradan uzunca zaman geçince, biz iyice birbirimize bağlanınca, esirikliliğim tutar da yine burdan gidemeyeceğimi anlarsam, al sana daha çok can acısı. her iki taraf için de. ha şimdi canım acımıyor mu? elbette acıyor, çok fena hem de. ama bilirsin, ekmek bıçağıyla parmağını hafif kesince olan can acısı ayrıdır, parmağını kopartınca olan can acısı. anlatabildim mi? yani sanırım ben her ihtimali düşündüm.
eğer ki dersen "böyle ihtimalleri düşünüp, olumsuz sonuçları göz önüne alınca ne geçti eline, hani belki üç beş ay ya da daha fazla mutlu mesut yaşardınız." o iş öyle değil işte canım bak. dedim ya, daha çok bağlanırsan daha çok acırsın. sonuçta ben her şekilde cesaretsizim, her şekilde hükmen mağlubum bu konuda. hani kendimi geçtim de, ona yazık etmeye hakkım yok. o yüzden akıllı olmalıyım, akıl başta gönül aşkta, ikisi bi arada olmuyor, yürümüyor.
böyle işte, canım sıkkın, mutsuzum, keyfim yok ve bu sefer bir sebebim var.
şimdi git kendine bi kahve koy kızım wodka, sert olsun.
öperim herkesi, sevgiler. bu arada, o da beni affetsin, şu an olmaz belki de, aradan epey zaman geçince dostça bi selamlaşma olur belki.

14 Şubat 2012 Salı

sevgili sevgililer günü

selam. sevgililer gününü kutlamazsa ölecekmiş hastalığına yakalananlar bi el kaldırsın bakayım. ama ondan önce sevgili bursa sana iki çift lafım var. hayır derdin ne, neyin peşindesin bilmiyorum, iki dakika övdük diye bi şımarmalar, şiddetli yağmur yağdırmalar, trafiği felç etmeler falan gördüm, kime olm artistliğin senin. iki dakika övdüm diye şımarma bence bebişim, yerden yere vurmak benim için çok kolay bilirsin.
gelelim sevgililer gününü kutlamazsa ölecekmiş hastalığına yakalanan arkadaşlara. şimdi kimse kusura bakmasın ama, o elinizdeki çiçek buketleriyle ya da tek kırmızı güllerle falan tıpkı kızılayın yardım çadırından çıkmış gibisiniz canlarım. hiç üşenmedim, onca işimin gücümün arasında, o çiftlerin yapmacık romantizmini uzaktan takip ettim durdum. koskoca adam elinde bi tane kırmızı gül, sevgilisi uzaktan hülya koçyiğit misali salına salına yürüyor, bu adam ona bön bön bakıyor, kız yanına geliyor ve kırmızı gülünü de uzatarak "sevgililer günün kutlu olsun aşkım" diyor. kız da yine hülya koçyiğitten çalma bir mutlulukla adamın gözünün içine bakıyor böyle salak salak triplere giriyor falan. ve işin ilginç tarafı tüm bunlar bir otobüs durağında yaşanıyor. komiksiniz olm, cidden komiksiniz. buradaki romantizmi anlayamadım ben ha affedin zaten çok romantik bi insan olduğumu söyleyemem.
onun dışında öğlen saati saten elbisesini giymiş, saçlarını 20 dakika sonra mahalledeki kınaya gidecek gibi maşalatmış, ince ve abartmıyorum 15 santim topuklu ayakkabılarını ayağına çekmiş hatunlardan hiç bahsetmek istemiyorum. tamam kabul bugün özel bi gün ilan edilmiş, sen sevgiline güzel gözükmek istiyorsun anlıyorum ama bazı kıyafetler her ortama uymuyor işte ablacım. güpegündüz o saten elbisenin açıklamasını yap bana ne olur, peki ya o maşalı saçlar? adamları hiç saymıyorum, daha 15 dakika önce başka bi hatunun poposundan gözlerini alamayan adam sevgilisinin yanına gidince sırf sevgililer günü diye romeo kesiliyor. nedir yani bu samimiyetsizlik canım.
hatun milletine edecek iki çift lafım var. şimdi bebişim şu olaya kılım ben. illa ki sevgililer gününde hayvan kadar kocaman bir buket çiçek almazsa mutsuzluktan ölebilecek, sevdiceğine hayatı dar edecek kızlar tanıyorum. nan o çiçek 3 gün önce yarı fiyatına satılıyordu senin haberin var mı? bi kere yenmez içilmez, eve koyarsın iki günde solar gider, adama neden trip üstüne trip atıyorsun da o çiçeğe dünyanın parasını verdiriyorsun. manyak mısın be hatun. anlamıyorum kadınların çiçek takıntısını, gerçekten anlamıyorum. çiçekten zerre kadar hazzetmem mesela, sorun bende mi bilemedim şimdi. ama yok, alt tarafı bi çiçeğe o kadar para verilmez, hatta bence çiçeğe para verilmez nan, olmasa da olur yani, yazıktır israf be israf.
şimdiii, "sevgilin yok, kıskançlığına ölüyorsun, o yüzden milletin aşkına bok atıyorsun pis mendebur" diyene kapağı kapatayım. sevgilim var, kendisi ankarada olduğu için biz görüşemedik, ama önemi yok, aynı şehirde olsak ta koskoca adamın elinde bi buket çiçekle ortada dolanmasını istemezdim, hele o çiçeğe dünyanın parasını vermesine gönlüm hiç razı olmazdı. ama sevgili sevgilim bi incelik yapmış tabi, bir iki güne elime geçecekmiş öyle dedi. ayrıca ne olduğunu kısmen biliyorum, onu da söylemem canikom. bu arada sevgili sevgilim, bizim de sevgililer günümüz kutlu olsun. kalp. öperim çok.

8 Şubat 2012 Çarşamba

iki gün uykusuz kalınca

selam,

1 haftalık izinden sonra işe adapte olmam çok zor oldu açıkçası. bunu daha önce söylediğimi sanıyorum zaten, ama meselemiz bu değil tam olarak. mesele 2 günlük uykusuzluk dönemimde yaptığım saçmalıklar. efendim geçen hafta uyku düzenim mi bozuldu ne oldu bilmiyorum, ya da sebebi huzursuzluğum muydu emin değilim ama pazar ve pazartesi gecesi uyuyamadım ben. yani yattım 1 saat uyudum uyandım, saatlerce, yeryüzündeki insanların büyük çoğunluğu uyuyorken, uyuyabiliyorken ben bunu yapamadım. beceremedim işte hemencik uykuya dalmayı. öyle boş boş, evrendeki uyuyabilen bütün canlılardan nefret ederek oturdum saatler boyu. sonra alarmın çalmasına bir saat yahut biraz fazla zaman kala uyudum, alarm çalınca da tam bir mal gibi uyandım. iki sabahımı ölü gibi işe giderek geçirdim, koskoca iki gün boyunca insanları tam manasıyla saat üç civarında anlamaya başladım. zaten çok zeki biri değildim, yarım olan aklımı da kaybettim.
pazartesi günü müşteri "kırmızı renk olandan istiyorum" deyince, rafa bakıp "kırmızı hangisiydi yav" dedim. hani hafızamdaki bütün bilgiler silindi resmen, sanki herşeyi yeni baştan öğreniyormuşum da, bu öğrenme sürecinde de anlama kıtlığı çekiyormuşum gibi oldum. salı günü zaten tam manasıyla fiyaskoydu, boş boş ölü balık gibi baktım durdum etrafa. zaman resmen geçmedi, insanlar yapmamı istedikleri şeyi söyledikten sonra "anladın di mi?" diye sormaya başladı ve ben kendimi bildiğin geri zekalı, mercimek beyinli biri gibi hissettim. hani aklım yarımdır derim hep te, bu kadar değildi doğrusu, bu muameleyi hakettiğimi düşünmüyorum. öyle ki, resmen yolda yürürken "nereye gidiyodum ben ya, belediyeye mi bankaya mı?" diye düşündüğüm anlar oldu. neyse ki elimdeki evraktan nereye gitmem gerektiğini öğrendim.
dün pasaj esnafından bir ağbim gelip "wod iyi misin sen? abicim bi sorun yok di mi? çok düşünceli duruyorsun, etrafa ölü balık gibi boş boş bakıyosun" falan dedi. işte o dakikada "abi uyuyamıyorum, uyuyamadığım için de düşünemiyorum inan, mesele düşünmeyi becerememem" diyecektim ki, vazgeçtim. hayır yani bi de beni deli sanmalarına katlanamam. tamam hafif bi tuhaflık olduğunun herkes farkında, olağan anormalliklerime herkes alışık ta, bildiğin böyle dümdüz "deli" zannedilmekten hoşlanmayabilirim. her neyse işte, dün gece en nihayetinde uyumayı becerebildim. ama uyumadan önce de ballı süt içtim, sonra theraflu diye bi grip ilacı var uyutuyo böyle ondan içtim, yattıktan sonra "allaam nolur bu gece uyumayı becerebileyim" diye dua ettim falan, uyudum sonra. bu arada hayır grip değilim, uyutuyor diye o ilaçtan içtim.
sonra bugün mağazaya gelen ürünleri kontrol edince, pazartesi sabahı yazdığımız siparişte ancak daha bir iki aylık bir personelin yapabileceği derecede basit ancak biraz külfetli bir hata yaptığımızı fark ettim. ettik daha doğrusu. tabi ben o sipariş formuna ne yazdığımı da bilmediğim için, mağaza sorumlusu "ya kaydırmış olabilir misin?" dediğinde "bilmiyorum, hiçbirşey hatırlamıyorum, emin değilim" dedim. haklı olarak "sen ne bilirsin zaten" dedi bana. yok, üzülmedim, aksine gülesim geldi valla. sonra depoyu arayıp sevkiyatçı abiye sorduktan sonra, evet o basit hatayı yapanın ben olduğunu anladık hepimiz. hani adam doğrulayana kadar "ya belki sorun onlardadır, yani yanlış okumuşlardır" ümidini taşıyordum. abi tamam sonuçta iade edersin ölüm yok ucunda da, altı yılını bitirmiş bir çalışanın böylesine basit bi hata yapması da komik gelir yani insanlara. evet itiraf ediyorum biraz fırça yedim ama olur o kadar, e olsun ama yani.
açıkçası ben kendime hiç kızmadım, mağaza sorumlumuz fırça atarken içimden "yav sanki adam öldü he, altı üstü 103 adet fazla mal geldi, zaten içinde insan faktörü olan her işte hata da olur" deyip, sonra "bunları patrona söylesem napardı nan acaba" düşüncesini aklımdan geçirip kendi çapımda eğleniyordum falan da. ama bu gece daha sağlam bir uyku çekmek istiyorum, vallahi ya ihtiyacım var buna. zaten bu pazar da çalışıyomuşuz, bari uykumu gece alayım di mi ama. bu arada hava da çok soğuk olm ya, açık havada mesaj yazamıyorum mesela ellerim basmıyor tuşlara. artık bahar gelsin bence yeterince kış oldu yani. herkese iyi geceler, öperim kocaman. kıps.

6 Şubat 2012 Pazartesi

wodka çarpar yalnız, dikkatli iç

merhaba dünyalı.

tamam nan tamam giriş saçma oldu ama ben de zaten saçma bir ruh halindeyim. olur o kadar, hemen vurma yüzüme. son zamanlarda ince ince işlediğim bir entrika şeysi vardı, birkaç hatırlı dosttan ettiğimiz rica üzerine tam yerine ulaşan bilgiler doğrusunda top ağları gördü. yani, gol oldu reyiz, bugün sevinmek günüdür. hayır yani anlatamıyorum, o eline almaya çalıştığı bir bardak su değil, sek wodka, wodka çarpar laaağn, oyun olmaz. di mi ama?
bir haftalık aradan sonra ilk iş günü şüphesiz ki işkence gibiydi. tek mutlu eden tarafı iki aydır görmediğim arkadaşım ömeri görmüş olmam. abi nasıl bir insandır bu, iş çıkış saatimi tam tutturmuş, pasajın ne tarafından çıkacağımı hesaplamış ta, gel wod'um hava da güzel yürüyelim hem, dertleşelim biraz, hem de seni minibüs durağına bırakayım demiş kendi kendine. kalp ömere kalp. canım nan, valla bak. işte bütün günün ruhsuzumsu halini alıp götürdü ya eleman, çok cici ya, çok cici.
o değil de, bu ara herkeste bi bana had bildirme merakı. hayır yani, en son haddimi bildirmeye çalışan mağdurun başına gelenleri yazacağım, hani üzdüm, üzdük, anlatacağım ders olsun. bir de böyle "işte sen bu yoldan giderken ben dönüyordum" demeler, efendime söyleyeyim abilik/ablalık taslamalar falan, hani yalan dünya izlesen bu kadar gülmezsin. arkadaşlar öyle triplere giriyorlar ki efendime söyleyeyim zannedersin kendileri bir fatih terim, bir madonna ciddiye alayım, adamdan sayıp akıl sorayım. eh be çiçeğim, sen artistlik yapıcam diye kendi kendini madara ediyorsun, sonra bir de gelip bana akıl öğretiyorsun. hehe diyelim de geç bari, ciddiye aldık say. ama bak dikkat et, elinde tuttuğun bir bardak su değil, sek votka, wodka çarpar. hani uyarmadı deme de nasıl sefil biri olduğunu resmetmeyeyim cümle aleme. benim etik mi değil mi diye tartışmaya açık eylemim yok, ben yaparsam etik olur o hacı, olmasa da olur. aha bak özgüven dediğin de senin bahsettiğin türde birşey değil, oku ve öğren bundan bir önceki cümlede var o güvenden. hadi şimdi dağıl bakalım bebeğim, kendi kendini imha et güzelce oldu mu?
bak şimdi dersen amaan be wod'cum takılmana değer mi, üzme canını falan diye, ben anlatayım takıldığım mevzunun ne olduğunu. hayatta en sevmediğim insan tipi, özellikle dişiler için geçerli "böyle kendisini biraz daha sıksa kanatları çıkıverecekmiş gibi olan modeller var ya, iyilik meleği, pamuk kalpli görünen tipler" ahanda onlar. sevmem abi, uğraşamam bunlarla. kendi içten pazarlıklarını, içi dışı fikri zikri apaçık ortada bulunan insanlara mal etmeye çalışırlar. zavallılıktır bu evet, hep sorunları olan, hep ezilen, aslında çok iyi niyetli yaklaştığı halde bile kötü muamele gören kişi gibi gösterirler kendilerini, yani iyi oyuncudurlar. ama gerçekten bakıyorsan anlarsın tabi nasıl malın gözü olduklarını. vur yüzlerine kuzum, inan hakediyorlar zaten, takılma sakın.
yani iki kelime etmeseydim şurada sana yemin ederim ki çatlayacaktım, ki olayın üzerinden zaman geçtikten sonra yazdım yine de, hani bu çok çok sadeleştirilmiş hali. artık bir şekilde akıllanmaları gerektiğini düşünüyorum, zira ben rezaletten korkmam, hele ki rezil olacak olan kişi ben değilsem hiç korkmam. iki dakika delikanlı olsalar mesele kalmayacak ta, böyle küçük hesapların peşinde koşan ucuz insanlar söz konusu olunca delleniyorum ben abi tutamıyorum kendimi. yani o lafı yedim sanmasın muhterem kişi, sadece zahmet etmeye değmeyeceğini düşündüm. neyse kuzular, galiba ben hala sinirliyim o yüzden bu gece burada bitireyim, öpüyorum kocaman. iyi geceler :)

5 Şubat 2012 Pazar

bazı karışıklıkları çözmeye gerek yok, koy kenara dursun

selam benim küçük dünyam :)

olm sabahtan beri ev içi aksiyon şeysinin dibine vurmuş durumdayım. halen daha kendimi yarın işe gitmeye hazır hissetmiyorum ve gerçekten çok keyfim yok ve gerçekten son derece pazartesi sendromu şeysini yaşıyorum. yani gerginim. günlerdir içimi dışımı sıkan, kafamı allak bullak eden ve sürekli "oyyy buhranlardayım çok daraldım" moduna erişmemi sağlayan bir takım meselelerim vardı. ne yardan ne serden geçememe durumu. aşk dediğin olay, zaten başlı başına manyaklık, bence. kendini kontrolsüzce sağa sola savurmak gibi, çok ilginç. ya da bir kuvvetin seni savurmasına müsade etmek gibi. tumblr kızı oldum, bildiğin tumblra melankolik tanımlar girecek kadar şuursuzlaştım, hani o teyteyyy olan kafa yapımı hiç ettim, olur olmaz herşeye duygulanacak kadar saçmaladım. ama işte yine de hiçbirşeyden emin olamadım. şimdi sor, halen daha emin değilim. hani bir güç var ama ne olduğu belli değil dersin ya, kontrolsüzdür böyle, aynı zamanda çok dengesizdir, sürekli anlık ruh hali değişimleri yaşarsın, en önemlisi de bu değişim şeysini kimseye anlatamazsın. çünkü sen de bilmezsin, kısacası çok karışıksın.
karışığım işte, yani herşeyi çok net yazabildiğim şu blog şeysine bile yazamıyorum içinde bulunduğum durumları. çünkü kendim de bilmiyorum. neden böyle diye sorduğumda "çünkü bilmiyorum"dan başka cevabım yok çünkü gerçekten bilmiyorum. işte aynen bu satırlarda olduğu gibi mütemadiyen saçmalıyorum. hayır zaten normalde de az çok saçmalayan bir insandım ama ciddi söylüyorum şu ara daha çok saçmalıyorum. abi insanın kendi kendisine inanmaması ve güvenmemesi diye bi olay var bilirsin değil mi? sebep ne bilmiyorum ama kendime güvenmiyorum, saçma değil mi? kendi kendimi en çok ben kandırabilirmişim gibi geliyor. çünkü sen istemezsen kimse seni kandıramaz. herkese çok şüpheci yaklaşabilirsin ancak bunu kendine yapamazsın işte. kendi söylediğine kayıtsız şartsız inanmaya başladığın gün yersin boku, sonra kendi canını acıtan bir manyak olmaktan zerrece öteye gidemezsin. ne diyorum ben? ne anlatıyorum, bunu bile anlamıyorum. gerçekten bak.
işte bu yüzden, yani tüm bu karışıklıklar yüzünden kendime kulaklarımı kapattım bu seferlik. duymuyorum ne dediğimi ve hissetmiyorum hiçbir şeyi. istersen içinde hissetmeye yarayan o bir avuç büyüklüğündeki organı, hani sol tarafta olan var ya, taşlaştıramasan bile nasırlaştırabilirsin. eğer yeterince akıllı olursan ve yeterince almış olduğun dersler varsa bu konularda, çok ciddi söylüyorum bunu yapabilirsin. bedenin ne kadar yara almış olursa olsun inan bana bütün izler kapanır gider ancak ruhundaki yaralar kapanmaz, iz haline bile dönüşmez. orada kanar durur ve onu açığa sen çıkartabilirsin, bir başkasının onu bulup üzerine basmaya gücü yetmez çünkü. ben artık kendi yaralarımla oynayarak can sıkıntımı geçirmek istemiyorum. uyuşup kaldıkları yerleri unutmak, onlara dokunmamak istiyorum. ve, kendi kendimi korumaya almak gibi bir hakkımın olduğuna kesin inancım var.
her zaman söylerim, hiç kimse çok fazla önemli değildir. kendi değerini bil, kendini en çok sen koru, kendi dokunulmazlığını ilan et. ha bak, o yollar bu yollar gidiş dönüş muhabbetini yapan çok olur, aklında olsun olur mu "her koyun kendi bacağından asılır ya, herkes kendisine çizilen yoldan yürür. bir başkasının tecrübeyle sabitledim diye havalara girdiği hiçbir olgu senin için örnek değildir. o yüzden sen giderken ben dönüyordum diyen geri zekalıya siktir ordan deme hakkına sahipsin, doyasıya kullan". şimdi gidip biraz kafa dinleyeyim, herkesi çok öpüyorum. abi gelin buraya sarılalım nan, niye duruyoruz ki! :)

4 Şubat 2012 Cumartesi

kısa nasihat vermeler falan böyle

dinleyin, daha doğrusu okuyun anacım, kısa bi nasihat olayına girecem, çok heycanlıyım..

ortada bir kadın olmasını bırak ta, kadın parfümü kokusu hatta kadının gölgesini bile görsen siktir olup gideceksin.
hiçkimse o kadar değerli değildir, olmamalı da ayrıca.

tamam hepsi bu kadardı, öpüyorum.

ah şu tatil bitişleri

peehh! üşendim çaydanlıktaki suyla kahve yapayım dedim ılıkmış, bok gibi kahve içtim bu yüzden. olm nasıl keyfim yok, nasıl keyfim yok anlatamam. koskoca bir haftayı çatır çatır yedim, şimdi "allaaam nolur zaman dursun bikaç günlüğüne" diyorum. şu koca bir haftada kendin için naptın bakam dersen, dip boyamı yapmaktan öteye geçemedim kuzu. valla bak. peki allah için ne yaptın? dersen, sanırım gece uyumadan üç kulfallah bir elham okumaktan öteye geçemedim. yanıcam nan, çatır çatır yanıcam. allaaam sen yakma, amin.
koca bir haftayı bilgisayar başında miskinlenerek geçirdiğime hala inanmıyorum. aslında net bir programım da yoktu doğrusu. yani bütün hafta, ye yat nete gir modunda olucağımı biliyordum ama yine de tatil bittiği için kendime kızıcak yer arıyorum. olm nasıl biter ya nassıııllll!?
şimdi işin yoksa pazartesi günü git işe, adapte olmaya uğraş falan fıstık. her zaman söylerim, hayat çok zor ve çok saçma. bi de şey vardır ya "pazartesi olsa da işe gitsem bikbikbik" tipleri, bu nasıl bir yapmacıklıktır cancağızım allasen. bu nasıl bir kendini bilmezliktir, nasıl yalancılıktır. buna inanacağımı mı düşünüyorsunuz nedir yani? pazartesileri, hele de tatil dönüşü olan pazartesileri hiçbir insan sevmez. çok rica ediyorum bırakın bu yalanları.
neyse, pazartesi sendromumla alakalı bütün kabuslarımı sıralayıp kimsenin sinirlerini bozmak gibi bir niyetim yok. o zaman gidip biraz solitaire oynayayım falan, öpüyorum kocaman gençler. kıps. bu arada dua edin de zaman yavaş geçsin olur mu?

bu saatte can sıkılırsa

canım sıkılıyor, hem de öyle böyle değil, ölümüne canım sıkılıyor olum. sonra böyle otururken "yazı yazayım bari" dedim, sonra saate baktım "enee bu saatte yazı mı yazılır nan" dedim, sonra "olum ne var saatte mal mısın yaz işte" dedim, sonra kendimi blogda buldum. ühüüüühüüüü gel buraya, sana sarılıcam blog.
olum ne var biliyo musun, zaman hem çok sıkıcı geçiyor hem de çok hızlı. valla billa işe dönesim yok, kendi kendime alternatif geçim yolları arıyorum böyle ama yok işte s.s. gidilecek işe ve çalışılacak. hayat çok saçma ve bir o kadar da yorucu, böyle çalışmak, para kazanmak zorundasın falan. müge anlıyı özliycem, ondan sonra yayınlanan aliyeyi özliycem nan valla bak.
aliyeyi hatırlayan var mı? çok eski değil ortalama olarak 7-8 sene önce atvde yayınlanıyordu, sanem çelik ve halit ergençin başrolünü oynadığı dizi. olum o yıllarda izlerken amma çok ağlıyodum ben, şimdi genelde kafa yapıyorum diziyle. sanem çeliği çok beğenirim ama o dizideki oyunculuğu hiç göz doldurucu gelmiyor. halit ergenç desen öyle. aha, televizyon eleştirmeni wod konuştu. te allaam ya.
bebişim o değil de bazen böyle "large" görünmek için sinirden çatlasam ölsem bile bazı olayları çok normalmiş, gayet olağanmış gibi karşılıyorum. yok işte aslında hiç olağan olmuyor o olay, "sana ne olum sana ne" diye carlamam gerekirken "haa ne demek ya, olmaz mı, dur anlatayım bak" şekliyle kibarlıktan ölürcesine yardım ediyorum, sonra aklıma geldikçe böyle bildiğin cinnet getirme noktalarına geliyorum, sonra sakinleşmek için "kaç tane derin nefes almak lazım" diye millete soruyorum, sonra kimse bunu takmıyo işte o dakka bildiğin seri cinayet işlemek istiyorum, sonra gençliğime acıyorum vazgeçiyorum. ahah, düşünsene seri katil falan olup 25-30 sene falan hapis yattıktan sonra bu blogda hapishane anılarını yazıyorum falan. olum ilginç olurdu bak. ama rengi siyah olurdu bloğun, isyankar insan stayla. ahahah :)
o değil de gece gece çok saçmalamadan, hayal gücünün dibine vurup, itiraf etme aşamasına geçmeden, yarın en son yazıyı okuduğumda "naaan allah kahretsin bunu da mı yazmışım" çığlığı atmadan bu yazının sonuna geleyim. valla rahatladım ya, ay herkes o kadar meşgul ki iki kelime edicek insan bulamadım, yazdım rahatladım. hadi herkese iyi geceler öpücüğünü kondurdum kuzular, kıps. :)

3 Şubat 2012 Cuma

savaştan çıkmadım, sadece dün ev gezmesindeydim

selam panpa. yemin ederim kafam kazan gibi ve sanki dün gece savaştan çıkmışım da yıllar sonra ilk defa derin uyumuşum gibi hissediyorum kendimi. hayat çok saçma.

dün, hafta başından beri ilk kez sokağa çıktım. yani sokağa çıkmak dediğim de teyzeme gittim işte. "su böreği yaparsan gelirim yeaa" diye nazlanmıştım teyzeme, üşenmedi hatun yaptı ya böreği helal olsun vallahi. ama öyle kalabalıktık, öyle kalabalıktık ki sanki savaş alanında yaşam mücadelesi veriyor gibiydik. sanki o fındık kadar ev emekli bir kadının evi değildi de bildiğin mülteci yuvasıydı. her adım attığın yerden, kapısını her açtığın odadan bir insan çıkar mı ya, tek bir bölge bile boş olmaz mı? işgal kuvvetleri gibi kısa zamanda sardık evin dört bir yanını ve sonuç olarak herkeste dehşet bir beyin yorgunluğu. sanki dün gece bisküvi pastası yiyip çay içmedik te geberene kadar alkol alıp sızdık gibi bir durum var. herkeste akşamdan kalma bir yorgunluk. yani şimdi en azından teyzemde, annemde ve bende var bundan eminim. diğer konuklar ne hissettiler bilemeyeceğim.
asıl bu kafa yorgunluğunun iki sebebi var azizim, fatih ve ırmak. fatih teyzemin oğlunun oğlu, daha yeni ergenliğe girme çabasında sanırım ki sürekli isyanda sürekli tripte. ırmak ta teyzemin kızının kızı, allaam dünya tatlısı ve insanı hayretlere sürükleyecek derecede çok bilmiş birşey. fatihin sürekli herkesle kavga etmesi, sürekli bağırması, kapıları çarpması, ırmağı ağlatması, annesiyle kavga etmesi oyyyyyyy şu an hatırlarken bile ızdırap çekiyorum. oturup konuşuyoruz, hani ona en yakın yaştaki birey benim biraz nasihat vereyim diyorum fatih daha çok kuduruyor ve ben "tağam ya tağam şimdi kes sesini ve git o ödevini yap manyak" diye bağrınmaya başlıyorum. yani benim gibi sabırlı (?!) bir insanı bile çileden çıkartabilecek güce, inada ve yaramazlığa sahip. gerçekten allah annesine babasına sabır versin çünkü çekilir karın ağrısı değil, yeğen olduğu halde "oyy allaaam bi daha bu evde yokken gelicem buraya" dedirtecek cinsten. bazen sevimli olmuyor değil, o da işte arada bir, mesela hastayken, yerinden kımıldayacak hali bile yokken. o kadar.
ırmak desen benim küçük fındığım, prenses o ya prenses. öyle zeki bişey ki, bazen sorduğu sorularla olsun verdiği cevaplarla olsun "haa, HÖNK!" olmama sebep olmuyor değil. dün bişeye kızmış, gitti kendisini evin en soğuk odasına attı. böyle serpil çakmaklının eski filmlerde kendisini ağlayarak yatağın üstüne atması olayı var ya, aynen o triplerde attı kendini yatağa. oturuyoruz biz de, ananesi gitti ırmak çığlık çığlığa "istemiyorum ben oraya gelmiycem ühüüühüüüü" modunda. annesi gitti aynı tepki. sonra dur dedim annesine şimdi bağırırsan susmaz, beş dakika bekle alırım ben onu. bi beş dakika geçti girdim odaya bizim küçük çakmaklı hala yatağın üzerine kapanmış vaziyette ağlıyor. baktı yan yan "git burdaaan" diye bağırdı bi. "ya ama ırmak sıkıldım ben orda, onların hepsi yaşlı insanlar ve ben kız kıza dedikodu yapmaya geldim senle" dedim. küçük kız çocukları onlarla sohbet edip onları önemsemenize, küçük değilmiş gibi davranmanıza bayılır, aklınızda olsun.
sonra bu yine bir iki trip attı, "git ben gelmiycem bana ne" diye, ama tabi bi yandan da kikir kikir gülüyo mübarek. nihayet kandırdım oturttum kucağıma ki sarılayım da üşümesin diye, panpa bi yatak odası o kadar soğuk olabilir mi ya? adam kesip koysan kokmaz yeminle, bahar gelene kadar saklarsın cinayeti. tabi o arada ırmak hanımın gönlünü alıcaz diye wod soğuktan donuyor o ayrı ama, herşey yeğenlerim için! sonra başladım bunla konuşmaya, ana okuluna giden bir çocuğa ne sorabilirsin ki. ama dedikodu yapacağız dedik yapacağız, verdiğim sözü de vaadi de gerçekleştirmeliyim, hay şu prensiplerim.
sordum buna "ırmak okul nasıl, arkadaşların nasıl?" diye, muhabbet gitgide komik bir hal almaya başladı sonrasında. şimdi bizim bıcırık ne isterse hep en iyisi alınır, ruj dediyse makyaj çantam emrine amadedir. bildiğin küçük kokona. bit kadar velet ama her gün saçını farklı toplatır, olmadı annesi fönler!, her gün başka kıyafet giyer. geçen gün çağla (okuldan arkadaşı) ona "bu bluzu sen dün de giydin her gün aynı şeyi giyiyosun" demiş, onun dedikodusunu yapıyor. "kızlar kızları çok kıskanıyo teyze yaa, vallahi bak, ben o bluzu iki hafta önce giymiştim ama" diyor ve ben dumur. olum napıyonuz siz o okulda, "bana herşey yakışır" diye bi dersiniz var da ben mi bilmiyorum? hangi okul nan orası? sonra konu sınıftaki, okuldaki erkeklerden açıldı, uzun bir konuşma yaptı bizim küçük hanımefendi;
"sabahları okula gidiyorum günaydın ırmak, günaydın ırmak diye geliyo erkekler, hiçbiriyle konuşmak istemiyorum ama ben ya. silgi atıyolar kafama, saçımı çekiyolar, hele bi tanesi var ıyyy çok salak. etrafımda hiç zeki erkek yok teyze gerçekten bak."
oha olum, bu çocuk 6 yaşında ve etrafında hiç zeki erkek olmamasından şikayetçi. ulan benim o yaşta tanıdığım (aile dışında) erkeklerin sıralaması bile belli. bir, bakkal bekir abi, iki bakkal mehmet abi, üç gargamel ve şirinler tayfası, dört tsubasa, beş hakan şükür. yeminle böyle ya, bizim çocukluğumuz ne kadar sıkıcıymış dedim kendi kendime, kız bu yaşta etrafındaki erkeklerin zeka seviyelerini bile tespit etmiş. olum cidden şimdiki çocuklar çok dumur. bir de bizim tripli taze ergen için iki cümle sarfetti "fatih dayım çok yaramaz, hemen herşeye sinirleniyor, hemen ağlıyor, annesini üzüyor. çok yanlış bu davranışları değil mi teyze?" şimdi gel de buna "tüm bunlar çekilmez ama normal ırmakçım" de, gel de durumu izah et. artık bu çocuğa ne yediriyorlar ne içiriyorlar bilmiyorum ama, gördüğüm kafadan çok memnun kaldım. yani bu yaşta etrafında olan biteni sorgulaması falan çok güzel geldi. bilemeyeceğim şimdi.
sonra bir iki kikirdeştikten sonra odadan çıkarttım ırmak hanımı nihayet. ama biz dedikodu yaparken de ortam daha da şenlenmiş, nüfusa nüfus eklenmiş derecedeydi. aynı anda konuşup sürekli farklı mevzulardan bahseden insanlar düşünün ve hepsi de anlattıkları konuyla alakalı yorum yapmanızı bekliyor. o arada birşey oldu yine konular değişti, yine konular değişti yine konular değişti ama size yemin ediyorum kafam kazan gibi oldu. şu an başım çatlıyor ağrıdan, her zaman söylerim abi 5 kadın ve iki çocuk bütün dünyanın çıkartabileceği gürültüyü çıkartabilir.

1 Şubat 2012 Çarşamba

bu da mı gol değil?

selam panpa. dünya çok enteresan bi yer, valla bak. mesela çok kıl olduğum biri vardı, ama öyle böyle değil bildiğin nefret ediyorum bu insandan, sonra benim en yakın arkadaşımın canını sıktı biraz, sonra ben buna iyice kıl kaptım, tamamen yok olmasını evrende ona ait minicik bir toz zerresinin bile kalmamasını istedim, sonra baktım öleceği yok dur bari canını sıkayım biraz dedim. işte bu kararı alırken daha doğrusu intikam almayı kafama koyduğum dakika "intikam soğuk yenen bir yemektir" dedim kendi kendime. evet, belki bir süre hareketsiz beklemek benim yararıma oldu, çünkü o bu sefer gerçekten herhangi bir harekette bulunmayacağıma inanmıştı ve hiç beklemediği anda ama yine de aklına beni getiremeyecek derecede üzmüş oldum onu. yani, planın son aşaması da beklediğim gibi gelişirse öyle olacak, şu an söz yetkili mercilerde. ee hayır, arabasında uyuşturucu taşıyor ihbarı yapmadım elbette, bu daha küçük ama daha can sıkıcı. her neyse..
insanoğlunun en büyük zayıflıklarından biri de budur panpa, iyi dinle bak. birine zarar verdiğimiz zaman hemen bize karşı atağa geçmesini bekleriz, mutlaka o an yapacak yapacağını bize göre, çünkü sinir geçerse heves kalmaz, zaten durumun da eskisi kadar önemi kalmaz falan fıstık değil mi? hayır, değil. birinin canını misliyle acıtmak istiyorsanız esas mevzu olup bittikten sonra bir süre sakince beklemeniz gerekir. hiç beklemediği anda eyleme geçmeniz daha fazla hasar bırakacaktır. insan en çok hazırlıksız yakalandığı zamanlarda savunmasızdır çünkü. ha şimdi "ee wodcum ya o beklediğim zaman içinde benim hevesim kaçarsa" deme bana arkadaşım, çünkü sen o zaman zaten gerçekten kafayı takmamışsındır. ya da ben çok kinciyim, taktım mı takıyorum, öcümü almadan bırakmıyorum. gider ayak ta olsa o son golü atmaktan çok büyük keyif alıyorum. bilemedim şimdi, sanırım bu konuda biraz takıntılıyım.
ben güzel tesadüflere inanırım. eğer yeterince dikkatli bakmayı başarabilirsen, hayat sana yüzde yüz gol olacak pozisyonlar sağlar. cidden bak. ne var biliyor musun, hiç ummadığım anda hiç ummadığım insanların canını sıkacak çok anlar yaşadım ve tamamen tesadüftü. hani bir plan yok, söylemeyi planladığın bir kelime bile yok olur ama zaman öyle müsait denk düşer, zemin o mevzuya o kadar müsaittir ki pıtpıt dökülüverir kelimeler ağzından, ne söylediğine sen bile inanamazsın hatta. en çok o zaman kan kaybeder karşındaki kişi. çünkü gerçekten beklemiyordur, belki sen gözlerinde "ne oluyor ne güzel oluyor böyle" diyen safça bir ifadeyle söylüyorsun söyleyeceğini, yapıyorsun yapacağını ve o hem bu yarı zafer yarı şaşkınlık ifadesinin altında eziliyor ve en ummadığı anda olaylar geliştiği için söyleyecek tek bir kelime bulamıyor ve en sonunda olay mahalinden sessizce içinden zafer çığlıkları atarak uzaklaşmanı izliyor, öfke ve nefrret nöbetleri geçirerek.
ama işte bu yolda, ava giderken avlanmamak için de çok avlanman lazım, ilk başlarda. cin olmadan adam çarpamazsın ve ne kadar tecrübe sahibi olsan da bu dünyada senden daha tecrübeli, senden daha fazla yara almış, senden daha fazla kan kaybetmiş artık her türlü insani ilişkinin kurdu olmuş insan da vardır. yine onlara karşı da çok akıllı olman lazım. eğer yeterince akıllı olursan tecrübelerinden faydalanabilirsin ama yok eğer kendini bir anda çok önemsersen bir lokmada yutarlar, koşmaya daha yeni başladığın anda düşersin, sonra koşmaktan korkarsın ve bütün hayatın etliye sütlüye karışmadan, sakince birşeylerin akışını birilerinin kendi içindeki kısa paslaşmalarını izlemekle geçer. asla o büyük golü atamazsın hatta yedek kulübesinde sana sıra gelmesini bekleyerek bir ömrü tüketirsin.
bu ikisini sakın unutma ama panpa, "intikam gerçekten soğuk yenen bir yemektir" ve "düşmeden yürümeyi, yürümeden koşmayı öğrenemezsin". zaman akıp gider, ondan birşeyler öğrenip cin olmaya çalışmak senin elinde, ama işte öğrenme olayını ihmal etme. yoksa daha ilk dakikada kırmızı kartı gören olursun ya da ilk maçında sakatlanarak sahalara veda etmek zorunda kalırsın.
 
↑Yukarı