29 Kasım 2011 Salı

tanışmadığım adamı bile kıskanacak kadar deliyim!


selamlar, sevgiler. nasıl sinirlerim bozuk, nasıl kendi kendimi yiyip bitiriyorum anlatamam. mavi-yeşili tam üç kez gördüm bugün. ilkinde acele acele biryere gidiyordu, baktım ve o da baktı yine bakıştık yani. bu sefer de o bakıyor ve gözlerini kaçırıyor hemen. oyun mu oynuyor benle anlamadım, parmağına bakıyorum hani erkeklerin taktığı siyah taşlı yüzükler olur ya onlardan var. alyans falan yok yani, o taşlı büyük yüzükler evlilik ya da nişan yüzüğü olarak takılmaz değil mi? bilen beni aydınlatsın nolur. ikinciye geçtiğinde de elinde telefon, birşeyler okuyordu ya da numara arıyordu sanki. ne varsa o iphone'un içinde anlamadım, adam dikkatle bakıyor. gerçi dikkatsizce bakınca da benim EGM'den gelen "aşırı hız ömrü kısaltır" mesajını "aşkınız ömrü kısaltır" olarak okuduğum gibi yanlış okuma riski de yok değil hani. ama elindeki telefona bir bakışım vardı anlatamam size. eğer bu gece o telefon bozulursa, o dokunmatik ekranı orta yerinden çattadanak çatlarsa, sorumlusu benim bakışlarım. eğer adam bakışımı farkettiyse, ki bence farketti gelip hesap sorma hakkına sahip. nasıl dellendim, utanmasam soracağım NE VAR O TELEFONUN İÇİNDE BE ADAM! diye. hoş sorsam ne yazar, sana ne deyip geçebilir ya da hiç tanımadığım, benden hoşlanıp hoşlanmadığını bile bilmediğim bir adama hesap sormam karşısında önce dumura uğrayıp ardından kahkahalara boğulabilir.
gördüğünüz üzere, hiç tanımadığım, sevgilim bile olmayan hatta benle ilgilenip ilgilenmediği konusunda en ufacık bir fikrim bile olmayan bir adamı elindeki telefondan ve o telefonun içindekilerden kıskanacak kadar manyağım. ne yapayım ama ben kıskanç bir insanım ve son zamanlarda sadece mavi-yeşile adapte olmuş durumdayım. ha bugün ha yarın diyerek gelen birkaç kısmetimi bile geri teptim. evde kalırsam sorumlusu mavi-yeşil. üstüne bir de 15 dakika sonra telefonla konuşarak geçmesin mi gözlerimin önünden, tam manasıyla delirdim, kendi kendimi yedim bitirdim. yani tuz biber oldu anlayacağınız.
efendim, elbette ki annesiyle, patronuyla, babasıyla ya da iş arkadaşıyla konuşuyor olabilir. bu ihtimallerin de çok net farkındayım. neticede iphone da son derece teknolojik bir alet ve adam işle ilgili gelen bir maili bile okuyabilir ama benim kıskanç algım bunu hemen sevgiliye ya da arkadaş kontenjanından geçindiği kızlara yorar. ne yapayım, ben böyleyim. annesidir di mi naaann? teselli verin bana nolur. ühüüühüüüü :(( ağlayacağım naaan, ya sevgilisi varsa, ya başka kızlarla fingirdeşip sevgili olmuyorsa. Allah'ım çok paranoyağım değil mi?
şimdi bişey daha soracağım size, benim bu mavi-yeşile trip atma gibi bi hakkım var mı? nasıl atıcam di mi tribi de, görünce kafamı mı çeviricem? sorduğum soru yani benim de. çok sinirlendim ama ya, mümkünse beğendiğim adamların cep telefonu olmasın, olursa da bir annesi arasın bir de patronu. kız arkadaşı hiç olmasın, hatta erkek arkadaşı bile olmasın. ne gerek var canım, beraber maça falan gidebiliriz pekala. gıkım çıkmaz yeminlen, sevdiceğim nereye ben oraya. umarım yarın görebilirim mavi-yeşilimi, umarım yarın bana daha ilgili bakar ve umarım o iphone'unun içinde ne kadar kız ve çapkın erkek numarası varsa silinir. öpüyorum herkesi kocaman, sevgiler :)

28 Kasım 2011 Pazartesi

hadi ama artık sevgili olmalıyız

selamlar, iyi akşamlar dilerim. bir pazartesi sendromunu daha kazasız belasız atlatmanın verdiği gurur ve mutluluk var üzerimde. sırf "pazartesi sendromu" klişesini yaşıyormuş gibi görünmek istediğim için, pazartesilerden nefret ediyormuş gibi davranmıyorum. gerçekten benim için pazartesi demek karın ağrısı, yorgunluk, mutsuzluk, huysuzluk ve sağ bacağımın ağrıması demek. istisnasız bu iş böyle, yıllardır her pazartesi kronik biçimde bu ağrıları çekerim ve son derece çekilmez olurum. aksi gibi, tembellik yapabilmek gibi bir durumum yok pazartesi günleri, inadına bankalarda ya da başka yerlerde işim çok olur ve hem satışa hem de dış işlere bakmak zorunda olurum. homurdana homurdana bankanın yolunu tutmuş, hayattan nefret eder vaziyette bir an önce akşamı yapabilmenin planlarını yaparım. sevimli kedi garfield'ın da dediği gibi "hiçbirşey yapmamak için herşeyi yapabilirim" yani.
bugün yine mavi-yeşili gördüm. yine bakıştık, şu anda kendisinden bahsederken bile kendi kendime sırıtıyorum. belki de sadece bakıştığımız bi adama bu kadar anlam yüklemekte hata ediyorum ama elimde değil çünkü bu zat-ı muhterem kişi toplamı 3 eden eski sevgililerime oranla üfüüüü çok daha yakışıklı. etkilenmemek elde değil ne yapayım ben şimdi? inşallah yarın da görürüm, dua edin olm ya. ha tabi bir de son bir yılda kimseye aşık olamadığımı da varsayarsak, insan hayatında birisi olsun, telefonu çalsın, gelen mesaj annesinden kuzeninden ya da turkcell'den olmasın istiyor. hoş, artık turkcell bile mesaj atmıyor ya o ayrı. arada bir de EGM (emniyet genel müdürlüğü) trafikte dikkatli olmam konusunda uyarı mesajları atıyor, adeta kendine iyi bak aklımız kalmasın sende diyor ama, bilmiyorlar ki trafikteki rolüm ya kardeşimin kullandığı arabada ön koltukta oturup sigara içmek ya da karşıdan karşıya geçmek için ışığın yanmasını beklemek.
ehliyet almayı, araba kullanmayı öğrenmeyi aklımdan bile geçirmedim bugüne kadar. kadın şoförler zaten yeterince hor görülüyor, hayır yani reflekslerimiz erkekler kadar güçlü değilse suç bizim mi? ayrıca bir de trafikte kadın şoförleri sıkıştırmaktan zevk alan magandalar var ki, kendilerine tepkim biber gazını sıkmak olur, bu da tahminimce trafikte felaketlere yol açabilir. ayrıca biraz asabi yapım olduğu için çabuk sinirleniyorum, biraz da paniğim sanırım, kontrolümü kaybedebiliyorum. açıkçası benim ehliyet almamam ve araba kullanmamam bursa trafiğinin sağlığı açısından çok önemli.tüm bu sebeplerden dolayı, dolmuş, taksi, otobüs ya da minibüsle yolculuk etmem en iyisi.
velhasıl kelam platonik aşkım mavi-yeşilimi görerek bir pazartesi gününü daha alnımın akıyla bitirdim. inşallah buraya sevgili olduğumuzu da yazmak nasip olur. kocaman bir AMİN diyorum bu duam için. şimdi birazcık sözlüğe bakayım, ne var ne yok okuyup güleyim azıcık. orda da wodkaenerjii adıyla yazıyorum, aynen twitterdaki gibi. öpüyorum herkesi çok, iyi geceler :)

27 Kasım 2011 Pazar

vatan millet mevzuları

önce vicdani ret ile başlamak istiyorum bugün. söyleyecek o kadar çok şeyim var ki bu konuda, o kadar dumur vakalarla karşılaştım ki günlük hayatta ve sosyal paylaşım ağlarında, pek çoğunun "askerlik" ve "vicdani ret" kavramları hakkındaki düşüncelerine güldüm, geçtim. efendim, bir gün facebook hesabımda "vicdani ret ile askere gitmekten kaçanlara ileride çocukları askerlik hatıralarını sorduğunda, oğlum ben korkup kaçtım mı diyecekler" ifadesinde bir paylaşımda bulunmuştum. tek bir sazan atladı buna, o tek sazan da beni gülmekten yerlere yatırdı. bu eleman "çocuğu ileride sorarsa sosyal sorumluluk görevi aldığını askerliğini bu şekilde gerçekleştirdiğini ve adam öldüremeyeceği için vicdani reddi seçtiğini" belirtmiş. aman ne güldüm. bakınız, adam askerliği adam öldürmek zannediyor, sanırım fazla savaş oyunu oynuyor. aslında bu zavallı düşünceyi kaale almak bile olmaz ama, komiklik işte, anlatmak istedim.
haliyle sinirlendim, o kim oluyor ki yüce Türk Silahlı Kuvvetleri'ne katil, adam öldürücü muamelesi yapıyor. kendisi evinde mışıl mışıl poposunu kaşıya kaşıya uyurken Ağrı'da, Van'da, Hakkari'de dondurucu soğukta nöbet tutan yüce askere ne hakla katil damgası vurabiliyor. son derecede şuursuzca değil mi? bence öyle. dedim ki bu elemana, korkuyorsan asker olmaktan boşver zaten biz gerekirse yaparız askerliği, alnımızın akıyla şanla şerefle ve gururla Türk Silahlı Kuvvetleri'ne hizmet ederiz, gurur duyarız. gerçekten, vatanını milletini ve Allah'ını seven kadınlar olarak, korkak süt kuzularının yerine yaparız askerlik hani, ayak bağı olmasınlar. okuyup ta derseniz "yahu kadın senin askerlik hakkında fikrin var mı, ruj sürmeye benzemez nöbet tutmak", evet var efendim. hem doğudaki koşullar hakkında fikrim var hem de askerlik hakkında. çok şükür, gün geliyor tek derdim hangi renk ruj süreceğim oluyor ama, muhallebi çocuğu da değiliz hani, en önemlisi Kurtuluş Savaşı'nda ve PKK mücadelesinde can veren, vatan uğruna ölen şehitlerimize saygımız var.
bedelli askerliğe diyecek pek lafım yok, en azından elde edilen paranın Şehit ve Gazi ailelerine dağıtılacağı söylenmiş, doğruysa eğer 30 yaşına kadar askere gitmemiş kişilerin seçtikleri bu kolay yol işe yarayacak. umarım söylendiği üzere, su akıp yolunu bulur da elde edilen para gereken yerlere dağıtılır. öte yandan vicdani reddi seçenlere birtakım yaptırımlar uygulanacakmış. mesela hapis cezası, mesela devlet memuru olamamak gibi. ilk kez bu hükümetin aldığı bir karara YETMEZ AMA EVET diyorum. Peygamber Ocağından kaçana yetmez ama, yine de cezalandırmak şart, öyle değil mi? askerden kaçana adam muamelesi yapmayacağımı da ifade etmiştim, sözlerimin de arkasındayım. Vatanına Milletine Bayrağına hayır gelmiyorsa bir insandan, bizlere hiç gelmez, dışlarım, önemsemem bile.
bilir misiniz, Türk Ordu'su dünyanın en büyük altıncı ordusudur. yüzlerce millet arasından altıncı olmak gurur verici. bu da Vatan borcunu vicdanen reddetmeyen ya da taksitle ödemeyi seçmeyen Mehmetçiklerimizin sayesinde. bizim askerimize askerlik yaptığı için çok büyük paralar ödenmez, ayda iki paket sigara alabileceği kadar maaşı vardır erlerin ama onlar gururla, şerefle ve vatan sevgisiyle yerine getirirler görevlerini. her ne kadar vicdani retçiler korkup kaçsalar da, annelerinin etekleri altına saklansalar da askerliği kutsal gören milyonlarca genç var bu ülkede. Allah yardımcıları olsun.
bir de sosyal hizmetlerde çalışarak askere gitmiş gibi sayılmak isteyen arkadaşlar, vatan böyle korunmaz da kurtarılmaz da. öyle olacak olsaydı o işler, dünya üzerinde savaş kavramı olmazdı, herkes sosyal hizmetlerde çalışarak elde ederdi birşeyleri. yani, asla gerçek olmayacak bir ütopyaya da can vermeye çalışmayınız. açlık ve fakirlik kavramı olduğu sürece savaşlar devam edecek diyorsunuz da, bahsettiğiniz eşit gelir ve eşit yaşam imkanları dünya halkı için gerçekleşmeyecek bir hayal. düzen böyle, yutulmamak istiyorsan büyük balık olmak zorundasın. ezilmemek istiyorsan, güçlü bir orduya sahip olmak zorundasın ve ülkenin bölünmemesini istiyorsan, lafa gelince milliyetçiyim ya da Atatürkçüyüm diyorsan, asker olmak zorundasın. gerçek dünya şirinler köyü gibi değil nitekim.
hazır lafı gelmişken Milliyetçilik kavramını tersinden anlayıp Faşizmle eş anlamlı sayan yüksek zekalı arkadaşlara bir iki lafım var. efendim en basitiyle Milliyetçilik; ortak dili, kültürü ve coğrafyayı paylaşan ve aynı ırktan olan insanların dahilinde bulundukları milleti yüceltme, koruma ve ilerletme isteğini ve duygusunu taşımaktır. yani, milletini sevmektir kısacası. Faşistlik ise; kendi ırkının dışındaki ırklara düşmanlık beslemek ve onları yok etme gayesi taşımaktır. gördüğünüz gibi çok süper zeki arkadaşlarım milliyetçilik ve faşistlik kavramları arasında sevgi ve nefret gibi bir uçurum var. Milliyetçinin derdi, kendi milletinin yücelmesi, ilerlemesidir, ırkına ve milletine duyduğu sevgidir. Faşistse diğer tüm ırklara karşı nefret besler yani kafatasçıdır. bu konuya açıklık getirme kısmeti bugüneymiş. artık bazı kavramları işlerine geldiği gibi yorumlayan mercimek beyinlilere itimat etmeyelim olur mu?
Van depremi sonrasında sevgili Müge Anlı'ya faşist diyen kafalar da bu kavramları eşleştirmekten zevk duyan kafalar ve açıkçası aslında herkes anladı Müge ablanın ne demek istediğini. herkesin bildiği ama cesaret edemediği gerçekleri dile getirdiği için faşist dediler, hahayyy bizzat kendim, Müge Anlı ablamızın faşist olmadığını ve gerçekleri söylediğini savunduğum için bana da faşist dediler, varsın desinler. kendi işine geldiği gibi durum ve konuşma yorumlayan, kavramları birbirine karıştıran geri zekalıların ne dediği çok da umrumda değil açıkçası. biz biliyoruz kendimizi, Allah biliyor kalbimizden geçeni de bu aciz beyinlerin ne dediğine mi takılacağız yani. ama milliyetçiliği faşistlik sanan kimselerin haline hem üzülüyorum hem de acıyorum. objektif olmak şart değil mi? son olarak;

"dilerseniz beni eleştirirken geberin, çok ta fifi açıkçası"
(cümlenin kaynağı agda_bandi, belirtmemek ayıp olur elbette. bir yazısında okumuştum geçen yıl, çıkmıyor aklımdan, eleştiricem diye ıkınan insancıklar için hissettiklerimi dile getirmiş)
sevgiler, öptüm. :)

26 Kasım 2011 Cumartesi

bir bakışın yetiyor işte içimde kahkahaların çınlamasına

içimde kelebekler, börtü böcekler uçuşuyor hatta durun vazgeçtim tüm bunlardan, bildiğin havai fişekler patlıyor içimde, derinliklerimde. sebebi malum kişi, mavi-yeşil yani. bahsetmiştim daha önce, bayram tatili ardından benim yıllık iznim derken bir süre göremeyecektim onu ve beni unutmasından korkuyordum. hatta bu hafta içi bir gün yine bizim pasajdan geçerken bakmadı bana, daha doğrusu dışarıda müşteriye bilgi veriyordum, arkamdan geçti, göz göze gelemedik yani kendisiyle. arkamdan geçince de sinirlendim, yüzünü göremediğim için artık benden vazgeçti de mecburen bizim pasajı kullandı diye düşündüm. kızdığım için de bu minik detaydan bahsetmedim kısacası.
ancak bugün akşam üzeri, bir de ne göreyim mavi-yeşil karşımda. müşteriyle ilgileniyordum sanırım, inanın o an ne yapmakta olduğumu bile bilmiyorum, tüm herşey minik bir detay olarak kaldı işte. o bana baktı, ben de gördüğüme sevindiğimi belli ederek baktım bu kez ona, öyle put gibi durmadım, adama tren muamelesi yapmadım yani. sonra yürüdü gitti arkadaşıyla birlikte. bizim mağazaya bakıp birşey söyledi, belki gir alışveriş yap demiştir bilemeyeceğim ama bize doğru bakarak konuştu bundan eminim. yani içimde derinlerde havai fişeklerin patlamasının sebebi yine bakışmış olmamız. yani hâlâ daha bir icraat yok ve sanırım biz böyle yüzyıllar boyu bakışacağız. ama özlemişim onun gözlerini görmeyi, çekinmedim, salaklaşmadım, etrafımdaki herkesi unuttum ve baktım onun gözünün içine içine. artık bir icraatte bulunması lazım gelir değil mi? daha ne yapayım ki?
hava ne kadar çok soğudu değil mi? ağda bandı'nın da dediği gibi, "Tanrım biliyorum biraz erken olacak ama yaz gelsin artık yaa" demek istiyorum. mesela an itibarıyla eve geleli 40 dakika oldu, halen daha ayaklarım ısınmadı. yeryüzündeki herkesi ısıtan çizmeler, botlar, montlar beni ısıtmaya yetmiyor. kat kat giyiniyorum, eve gelince de çıkartmak azap geliyor haliyle. resmen ısıtacak tarzda yünlü kıyafetlerden zırh kuşanıyorum ama ııı yok, ısınamıyorum. biliyorum ne zaman yün desek, kat kat giyinmek desek erkek milleti ıyykkk diyor, kadından soğutursunuz diyor ama ne yapalım soğuktan gebermekten iyidir değil mi? yani, inanın soğuyup soğumadıkları zerrece umrumda değil, şu an bile çok üşüyor olduğumdan dolayı hiç dert edemeyeceğim bu düşünceyi. kat kat giydiğim giysilerim de benim problemim neticede değil mi?
aklımı mavi-yeşilden alıp hiçbirşeye adapte olamıyorum şu an. tek umrumda olan bir mavi-yeşil, bir de soğuk hava ve ısınmak bilmeyen ayaklarım. dua edin de bir icraatte bulunsun, gelsin konuşsun, sevgi yumağı oluşturalım kendisiyle. aslında bir ara vicdani ret mevzularında da düşündüklerimi yazmak istiyorum. muhtemelen üzerimdeki mavi-yeşil etkisi geçince yarın yaparım bunu. şimdilik iyi geceler, okuyan ve mavi-yeşil mevzusu için aklından "inşallah konuşur artık şu gariban kızla" diye geçiren herkese sevgiler, öperim kocaman. :)

24 Kasım 2011 Perşembe

sana laflar hazırladım bak!


insanın adı dokuza çıkınca inmiyor sekize. hoş indirmeye çalışmak gibi bir durumum yok ya, o da ayrı bir konu. efendim adımız çıkmış entrikacı dalavereci insana, bazı kimseler bir binanın önünden yürürken yüzlerine klima borusundan su damlasa Cherry tükürdü kesin diyor. eski bir arkadaşımın başına gelen tatsız bir hadiseyi,  kendisiyle görüşmediğimiz için bana bağlaması, orada burada hakaret-küfür içerikli imalarla paranoyalarını beyan etmesi, bir takım kimselere de sorumlusu olarak beni bildiğini ifade etmesi, bugün gülüp geçmeme neden oldu. güldüm geçtim ama söyleyecek çok şeyim var doğrusu.
insanların yapabilecekleri sınırlıdır bilirsiniz, bu arkadaşın başına gelen hadise de benim yapabileceğim ancak kati surette yapmadığım bir şey. aklımın nelere basabildiğini, azmettiğim takdirde neler yapabileceğimi bilen bir insan olduğundan dolayı, bir de dediğim gibi görüşmüyor olduğumuzdan dolayı ilk benden şüphelenmesi açıkçası hiç canımı sıkmadı. evet biraz uğraşsam yapabilirdim, istesem yapabilirdim ama yapmadım çünkü meşgulüm ve zamanım onun iyiliğine ya da kötülüğüne olacak bir harekette bulunmayacağım kadar kısıtlı ve kıymetli. neden kıymetli diye soracak oln varsa açıklayayım; malumunuz tatil bitti ve günün 11 saatini işte geçiriyorum, ortalama 7 saat 30 dakika uyuyorum. ne etti, 18 saat 30 dakika değil mi? geriye 5 saat 30 dakika kalır ki bunun iki saatini yol, duş ve yemeğe ayırın, kaldı 3 saat 30 dakika. kalan kuş kadar vaktimi de oturup gereksiz işlere harcamak istemem. bazen 3 saat 30 dakikamı dışarda arkadaşlarla geçiriyorum bazen de sozluk.org da, blogger ve twitterda geçiriyorum. o arada bir de kitap okuyup tv izlemeye çalışıyorum.
yani anlaşılacağı üzere zaten gereksiz insanların kötülüğü için olsa bile ayıracak vaktim yok benim. sozluk.org a daha çok zaman ayırdığımı itiraf etmem gerekir. çünkü sözlük formatını kavramak istiyorum, ortamı eğlenceli buluyorum ve itiraf etmek gerekirse, facebookta birilerinin durum güncellemelerini okumaktan daha faydalı bence. hem eğleniyorum, hem gülüyorum hem de tanımları okurken bildiğim ya da bilmediğim konularda yeni fikirler ediniyorum. haa bir de yöneticilerinden bir abi var, onu çok sevdim.
okuyacağını sanmam ama olur da okuyacak olursa diye bu yazıyı, bahsettiğim paranoyak arkadaşa da laflar hazırladım. seninle alakalı iyi ya da kötü şeyler için kendimi yormam, yapabileceklerimi bilirsin, elimde imkan olsa bile çok kıymetli zamanımı sana harcamam ve sen beni suçlar şekilde sağa sola birşeyler karalarken insanlar benim için kötü birşeyler düşünmez ama senin paranoyağın teki olduğunu düşünürler. o yüzden o güzel kafanı yor ve gerçekten düşmanlık yürüten kişiyi bul, oldu mu bebeğim? zira sana karşı düşmanlık besleyecek kadar bile önemin yok, kasma o yüzden kendini. seni biraz hafife almakla gülüp geçiyorum bu hallerine yani.
işte böyle yani, adımız çıkmış arkadan iş çevirmeciye ama bunu çıkaranlar da yanılmışlar bir noktada. hani küçük çocuklar anne babalarının gözünün içine baka baka yaramazlık yaparlar ya, ben de onlar gibiyim. birinin ardından iş çevirmem de gözüne soka soka yaparım yapacağımı. imkanlar el verirse tabi. yazdım, tüy gibi hafifledim, ferahladım. en azından bir gün okur da "aaa bu kıza yapılanı zamanında ben de Cherry'ye yapmıştım, harbiden malmışım" der belki belli mi olur. okuyan herkese sevgilerimi iletirim buradan, kocaman öpüldünüz kucaklandınız. iyi geceler. :)

21 Kasım 2011 Pazartesi

velhasıl kelam, dünya ölümlü...

yeni mi geldi aklına dünyanın ölümlü olduğu derseniz, hayır hep aklımdaydı. ama işte bugün yarın diye diye, bu konuda oturup düşünmeyi erteledim hep, ölümlü dünyada bunu bir an olsun düşünemeden ölüp gidebileceğimi hesaba katmadan. arada aklıma geldi, gencecik arkadaşlarım öldüğünde, ailenin yaşlılarından biri öldüğünde veya bir akraba bir aile dostu ani bir şekilde hastalanıp ölüverdiğinde düşündüm ama bu derecede uzun uzadıya evire çevire kendimi sorguladığım hiç olmamıştı. ha bakın, aldığım her ölüm haberinden sonra kendi kendime bir takım kurallar koydum mesela; madem ölüp gideceğim en sonunda, olur olmaz canımı yakmama değmeyecek hiçbir naneyi kafama takmayacağıma karar verdim.
tek kuraldı bu, alt maddesi olarak da "ben üzüleceğime onlar üzülsün" dedim ve ekledim "hiçbirşey yapmamak için herşeyi yaparım" sözünü, hayatımın özlü sözlerinin arasına. derin aslında, canımı sıkan şeyleri daha da kurcalamamak için herşeyi yapmaya başladım. yani bir bağlamda birşeyi yapmamak için kendime hakim olmak manasında, herbirşeyi yaptım, biraz. eh güzel oldu, uzunca zamandır hiçbirşeyleri dert etmiyorum kafama, dert edilmeyi hakedecek durumlar haricinde pek tabii. o kadar da olsun, duyarsızlaşmanın da manası yok, tamam incir çekirdeğini doldurmayacak şeyleri mesele etmeyelim ammaa, hakeden mevzuya da hakkını verip üzülelim. tabi, dünyaya bir daha gelmeyeceğimiz kısmını da hesaba katarak.
hadi üzülmeleri stresleri sıkıntıları aştık da, peki ağzımı aça aça, şöyle ballandıra ballandıra, söylemelere doyamayaraktan sevdiğimi söylemek istediğim insanlar? peki, sevgimin farkında olup ta söylemediğim insanlar. hâl böyle olunca, sabah aç karına bu kadar derin mevzular can bulunca beynimde herkese sarılmak istedim. normalde çarşıda günaydın demediğim insanlara bile kocaman gülümseyerekten günaydın dedim, hayırlı işler dileyerek. birkaç esnaf abi anlayamadı durumu, ona mı dedim diye baktı emin oldu, bazıları da tatil yaramış bugün pek keyiflisin dedi, bazıları da aynen beni aynalayarak kocaman gülümsedi.
gülümseyince ne oluyor be man kafa demeyin gençler, ben sabahları pek aksi olurum normalde ve samimi olmadığım insanlar dışında pek fazla kimseye günaydın demem. 5 senedir bu durum her gün tekrar ediyordu, adamlar şaşırmakta haklı o yüzden. ne var biliyor musunuz, yarın yaşayıp yaşamayacağımız bir hayatta, "amaaan şimdi sevdiğimi söylersem şımarır poposu kalkar bunun" diyerek ertelemeyin sevgi sözcüklerini. şimdi böyle yazmışım diye de, aslında kız haklı be diyerekten, halihazırda birinin aramanız için gaz vermesini beklediğiniz o eski sevgililere de mesaj atmanın, onları aramanın da alemi yok. bırakın o telefonları, onların poposunu kaldırmanın pek bir gereği olduğunu düşünmüyorum. sevgi kelebekliğini de abartmayalım ama sevgimizi hakettiğini düşündüğümüz herkese de bi "seni seviyorum kuzum" demeyi ihmal etmeyelim. hadi hepinize kocaman sarıldım, öptüm sizi. gelin olum, sarılalım!

20 Kasım 2011 Pazar

blogger gündemi: vee maske çıkar yüzden

iki kelime etmeden bu konuda kapatamayacağım bugünü. malumunuz, blogger ve twitter'ın kitaplı yazarlarından PuCCa bugün Tüyap kitap fuarında deşifre etti kendini, nihayetinde. açıkçası PuCCa nasıl birşey acaba gibi merakım olmadı bugüne kadar, ne bloğunu okurken ne de ilk kitabını okurken. sanırım ikinciyi almayacağım. beklentileri fazla karşılamadığını gördüm bugün twitter'da ilk kez fotoğrafını yayınlayınca. açıkçası PuCCa hakkında tek beklentim, daha sıcak kanlı, daha samimi, mesela hep söylerim bunu kendisine de arkasından da bir @agda_bandi gibi profil fotoğrafına bakınca içimde çiçekler açtıracak bir kız olmasıydı. çirkin gibi bir laf etmeyeceğim burada, orası beni alakadar eden mesele değildir de, belki de tek fotoğrafına bakarak haksızlık ediyorumdur ya da fazla ön yargılı davranıyorumdur ama kanım kaynamadı bu deşifre olmuş PuCCa'ya.
görüntüsünü, kıyafetini eleştirmeye kalksam, kadın kadına çok bok atar değil mi, neler sıralayabilirim. ama dediğim gibi, iki yıldır bloğunu takip ettiğim, twitter'da ilk okumaya başladığım kişilerden biri olan PuCCa'yla bağdaştıramadım. beynim daha sempatik, şöyle kocaman içten gülümseyen birini bekliyordu belki de. ya da PuCCa'da günün heyecanı vardı, gerginliği yüz hatlarına yansımıştı da ondan dolayı yapmacık ve negatif enerji aldım ben o fotoğraftan. şimdi diyeceksiniz, gördüğün tek bir resimle ne anlamlar çıkartıp ne manalar kondurmuşsun kıza diye. belki de haklısınız, gördüğüm tek fotoğraf olduğu için böyle hissetmişimdir, ben abartıyorumdur, dünyanın en iyi insanıdır belki. ama bana öyle geldi işte, enerji meselesi.
fotoğrafına baktığım insandan hoşlanıp hoşlanmadığıma, onun sevimli, canayakın, pozitif ve samimi olup olmadığına nereden karar verdiğime gelince, insanlarla çok fazla haşır neşir olduğunuz bir işiniz olduğu zaman böyle olabiliyor, yani demem o ki baktığınız minnacık bir vesikalık fotoğraf bile olsa size o insan hakkında fikir verebiliyor. bloğunu ve kitabını okurken kendi kendime sesli gülüp "ahahah manyak bu kız" çığlıkları attığım PuCCa, bugün fotoğrafını gördüğüm kişi değildi sanki. bakın dış görünüşüyle yargılamıyorum, ben bugün o fotoğrafı açarken daha enerjik, daha sempatik birini bekliyordum. yüzüne bakınca otomatik olarak gülümseyebileceğim biri.
kim bilir belki durumu ben abarttım, belki de yanılıyorumdur PuCCa aslında tam aklımdaki karakterdedir. siz ne düşündünüz ya da fotoğrafına bakıp benimle aynı şeyleri mi düşündünüz bilemiyorum ama, bugünkü deşifre oluş ta bir nevi reklam oldu PuCCa'ya. hadi hayırlı uğurlu olsun.

bir dönem Tanrı'yı çok güldürmüşlüğüm vardır

gece uyuyamadım ve gözlerimi tavana dikip karanlıkta "gelecek ne zaman gelecek?" klişe sorusunun cevabını aramaya koyuldum. açıkçası kafam karıştı, geçmişte, yani henüz lisedeyken yaptığım gelecek planlarına bir bir baktım, hay çocuk aklımı seveyim dedim ve kendi kendime güldüm yatakta. bildiğin sesli güldüm. hani derler ya, meşhur bir söz vardır "biz yeryüzünde plan yaparken Tanrı bize bakıp gülümsermiş" sadece Tanrı gülümsese yine iyi, ben kendi kendime güldüm yahu. elbette o zamanlar olmak istediğim kişiyle şu an olduğum kişi arasında çok hatta dağlar kadar fark var. bir kere eğer planlarımdan en ufağı tutmuş olsaydı, şu ara nişanlı ve son derece mes'ud bir genç kızdım. ağız dolusu gülerim burdan kendime, şimdilerde akşam üzeri ne yapacağını planlayamayan ben ne de güzel utanmadan sıkılmadan ve azimle yıllaaar yıllar sonrasını planlamışım. ayıp bana, Tanrım bayat espri yapmışım o zamanlarda, affet.
gelelim gelecek ne zaman gelecek karmaşasına. bir dakika sonrası bile "gelecek" değil mi aslında? çok zorluyor kafamı, zaman kavramı "gelecek" ile fiil "gelecek" karışıyor birbirine, içinden çıkamıyorum, sersemleyip amaaann teytey, nasıl olsa gelecek diyorum. peki ya hakikaten ne zaman gelecek? geldiğinde haber verecek mi? sanırım vermeyecek, zaman böyle işte, biz halletmeye üşendiğimiz ya da zekamızı aşan her türlü meseleyi zamana teslim ederiz ya hani, her gün onlarca şeyi "zamana bıraktım" diyerek savarız ya başımızdan, zaman da sıkıntıları teslim alır ve karşılığında sinsi sinsi, hiç çaktırmadan önce çocukluğumuzu sonra gençliğimizi alır. biz sonra yıllar geçtiğinde, aklımız kemale erdiğinde aslında zamanın iyi bir arkadaş olmadığını, vefalı bir sırdaş olmadığını da görürüz ya, bize çaktırmadan alıp götürdüğü yıllarımızı da geri isteriz ya hani, zaman da bize işte o an geldiğinde dilini çıkartır ve nanik yapar. böylece de binbir umutla beklediğimiz, çeşit türlü planlar yaptığımız gelecek çoktan geçmişimize karışır, hem de beklediğimiz geleceğin çoktan geçmişe karıştığını farkettiğimizde, gecenin bir köründe oturup kendi halimize güldürerek. hadi inkar etmeyeyim, biraz acıdım da kendime.
farkettim, yalan söylemeye gerek yok, boş sayfalara çizmişim meğer bütün planlarımı. orada yapmışım işte bütün hatayı, çünkü ben boş sayfalara pürüzsüz, sorunsuz planlar yazıp çizerken zamanın önüme getireceği sorunları hiç hesaba katmamışım. doğal olarak ta hiçbir savunma stratejisi yürütmemişim, işte hata burada. zamana güvenip bana hep tertemiz sayfalar, pürüzsüz takvim yapraklarıyla gelecek sanmışım, o da bana bir güzel nanik yapmış hani, yemeyeyim hakkını. sonra planlarımı uygulamaya koymam gereken yıllar geldiğinde, karşıma çıkan ilk problemde apışıp kalmışım, korkup herbişeyi zamana havale etmişim, kendimce. zaman da öyle güzel bir kandırmaca yapmış ki, ben geçmiyor zannederken, bana henüz günler ve geceler çok uzun çok geniş gibi gelirken, çaktırmadan sinsi sinsi geçip gidivermiş. son demlerde yakalamışım aslında, eteğinin ucundan tutup "dur nereye daha karpuz keseceğdikk" gibi buz gibi bir şaka yapmışım ama, çekmiş almış elimden tuttuğum etek ucunu, ben bütün planlar için çok geç kalmışım.
şimdi; artık tek zaman kavramı bu benim açımdan, yarın olur mu bilemem, dün ise ileride bir zamanda yine bir gece yarısı tek başıma tavana gözlerimi dikip anacağım son derecede komik bir espri olacak. şimdi'yi koynuma alacağım ve birlikte güleceğiz. zamandan kopartabildiğim tek parça da şimdi oldu, ya şu an yaşarım aklıma eseni ya da geleceği meçhul yarına ertelemem. kısa ve net. anlaşmaya varmış gibi dursak ta biz halen daha anlaşamadık zamanla, benden sinsi sinsi çaldığı günlerin gıcıklığı var içimde ona karşı. bilemem gönlümü nasıl alacak, bir güzellik yapması şart tabi ki, sürprizleri severim, hele bir de aslında ona anlatmıyormuşum gibi davrandığım ama duyması anlaması için yırtındığım bir takım şeyler var, sürprizi bu olursa barışırım.
hadi bu şarkıyı da benim için dinleyin, olur mu?

19 Kasım 2011 Cumartesi

pazartesiye 1 kala :(

ühüüühhüüüü (burda ağlıyorum) her güzel şeyin sonu var hakkaten. hayır, sevgilimden ayrılmadım, zaten sevgilim de yok, neyse konumuz bu değil, tatilim bitiyor, son demlerdeyim, yarın akşam bu saatlerde iyice son demlere varmış olacağım, kederliyim. insan çabuk alışıyor rahata, kabullenemiyorum, kabulleniyormuşum gibi yapıyorum, sanki dün gece polyannayla aynı kaptan yemek yemişiz gibi, iyimser olmaya çalışıyorum. evet, tüm bunları tatilim bittiği için hissediyorum. biliyorum kimse ölmeyecek, pazartesi günü savaşa da girmeyeceğim, sadece işe gideceğim, 5 buçuk yıldır çalıştığım işyerime gideceğim, zor olacak ama bunu yapacağım, her neyse ucunda ölüm yok ama üzülüyorum işte.
yarın yaşayacağım pazartesi sendromu var ya, 9 günlük bayram tatilinden dönen devlet memurununkiyle kıyasıya kapışır. çünkü ben pazartesi sabahı uyanınca müge anlı izlemek için çok geniş zamana sahip olmayacağım, çünkü ben pazartesi günü laptopum kucağımda nette oyalanmayacağım, çünkü pazartesi günü netten canım sıkılınca kitap okuyamayacağım, çünkü pazartesi günü evde canım sıkılınca kahve içmek mağaza kurcalamak için en yakın avmye gidemeyeceğim, pazartesi günü sıkıntıdan patlasam bile işyerinde olacağım. ha, pazartesi gününü atlatınca elbette alışacağım ama, zor olacak.
minik bir tesellim var, çıkmadık candan umut kesilmez fantezisi yani. hayır durun, pazartesiye kadar darbe olur sokağa çıkma yasağı gelir vb. felaketlerde değil umudum, olmasın da, sırf ben pazartesi işe gitmeyeyim diye dengelerin bozulmasının alemi yok, her neyse konu mavi-yeşil. acaba göremeyince merak etmiş midir lan beni? özlemiş midir? pazartesi görür müyüm, hâlâ aklında mıyım? meraktayım ve hani güzel bir karşılaşmamız olsa hiç de fena olmaz bence, sizce de öyle değil mi? baksam kalsam o mavi-yeşil gözlerine, o da bana baksa. tamam olm bu sefer de konuşmasın hadi, hem pazartesi sendromu hem de mavi-yeşil'le irtibat kurmanın heyecanı bir arada, bu kadarı fazla! ama gelsin, ne olur gelsin!
sendrom acil yazısının burada sonuna geldim, dua edin olur mu, ne olur dua edin, hem pazartesi kolay olsun hem de mavi-yeşil'i görebileyim. hadi iyi geceler, öpüldünüz. :)

twitter hakkında birkaç şey

takip edeni takip ederim çılgınlığı haddini aşmış geçmiş durumda. twitter'daki #takipedenitakipederim hashtag'inden bahsediyorum. bu etiketi kullanan, bunun sayesinde milyonların kendisini izleyeceğine inanan birileri okuyorsa bu yazımı, buna olan inancını ve milyonlar kendisini takip etmeye başlayınca ne olmasını beklediğini yazın bana ne olur. ister yorum olarak, isterse de absolutely00@gmail.com adresinden mail olarak, yazsın ki anlayabileyim bu hashtagin gerekliliğini ve neye hizmet ettiğini.
çok takipçisi olan biri değilim, iki ileri bir geri gidiyor takipçilerim, ben de kasmıyorum. "retweet etmemi istediğiniz tweetlerinizi bana dm ile link atın" diyen retweet hesaplarına hiç dm atmadım, tweetlerimin pek çoğu retweet de almadı, ama bunu önemsemiyorum. çünkü her zaman söylerim, bir daha söylemek istiyorum "ben twitter ve blogger'ı stres atmak, deşarj olmak, hissettiğimi yazmak için kullanıyorum" hepsi bu. hal böyle olunca da, birine kızıp sövdüğüm, eski sevgilimi görünce bunalıma bağlayıp romantik isyankar stayla yazdığım, televizyonda gördüğüm bir durumla dalga geçtiğim tweetlerimin rt almaması da bana koymuyor. dedim ya, ben hissettiğimi yazıyorum, insanlar o anda onu hissetmediği için rt etmiyorsa ne yapayım, yahu neden bunun için kendimi kasayım da sen rt edersen ben de rt ederim, takip edersen takip ederim triplerine gireyim. okumaktan hoşlanmayacağım biri sırf beni takip ediyor, üstüne de saat başı #takipedenitakipederim hashtagini tweetliyor diye neden onu takip edeyim? twitter'a mahalle baskısı bu etiketle geldi gençler, azıcık popülariteyi sallamayın, özünüz olun, olma mı?
follow friday, yani, #ff etiketine gelelim. her cuma, azimle bütün takip ettiklerini, en çok ta retweet hesaplarını takip önerisi olarak gösteren arkadaşlar, yapmayın, etmeyin. tabi ki önerileriniz olacak ama, "o da bana #ff yapar, takipçi toplarım" ayağına öneriyorsunuz herkesi, aldanıyoruz, takibe alıyoruz iyidir diye, bakıyoruz olmuyor, takibe almamızla bırakmamız bir oluyor. çılgınlığa döndürmeyelim bu sevimli eylemi de, az duyarlı olarak gerçekten beğendiğimiz kişileri önerelim. bunun için kafamda bir liste var mesela, en çok keyifle okuduklarımı, en çok sevdiklerimi öneriyorum, böyle de istikrarlıyım.
illa ki retweet alayım, o zaman tweet çalayım diyen arkadaşlar, sakince bırakın o klavyeyi şimdi. bir @istiklalAkarsu, bir @fayntenks, bir @agda_bandi, bir @taci_kalkavan tweetini copy-paste yapınca güzel tweet yazmış olmuyorsunuz, çünkü bu insanları takip eden, okuyan kişiler tarzlarını biliyor ve hatta ondan çalındığını da anlıyor. sonra bir dönemin meşhur tweet hırsızı Gökhan Beter gibi rezil oluyorsunuz sosyal medya alemine, emeğe saygısızlık etmeyelim, oldu mu? çok takipçi sahibi olmak herşey demek değildir nihayetinde, önemli olan yazmak, rahatlamak, bir iki espri okuyup gülmek diyorsanız zaten bunları yapmanıza gerek de yok, anlarsınız ne demek istediğimi. ha bir de "varyasyonunu yaparım abi"ciler, onu da yapmayın, çünkü time line'da önce okuduğum tweetin birkaç dakika sonra bir benzerini okuduğum vakit vazgeçiyorum o kişiyi takip etmekten, ondan da kaybedersiniz.
her akşam who.unfollowed.me aracılığı ile sizi kimin takip etmeyi bıraktığını bir bir tespit edip te sonra bunu twitterda kendilerine de mention yapmak suretiyle ilan eden arkadaşlar, bunun üst noktası paranoyadır, biliniz. bir de sonrasında kendisini takip etmeyi bırakan kişilere "beni neden takip etmeyi bıraktın, bi hatam mı var" blabla konuşan arkadaşlar, önce bir sakin olun lütfen, komşuculuk oynamıyoruz burada. facebookta sürekli farmville benzeri oyun istekleri gönderip, mesaj atarak ta "abla nolur kabul et, oynamasan da kabul et komşuya ihtiyacım var" diyen 9 yaşındaki yeğenim gibisiniz. eğer sosyal medyada da "bi hatam mı var neden unfollow yedim" diyerek kendinize dert ediyorsanız böyle şeyleri, ciddi sorunlarınız var demektir. önce bir şunu aydınlatın kafanızda "başkaları beni beğensin diye mi yazıyorum" ya da "rahatlamak, içimden geldiği gibi davranmak için mi yazıyorum." doğru cevabı bulup, durumu idrak ettiğinizde aşarsınız zaten bunu.
ha bir de gülmekten yerlere yattığım bir durum var, kendisini ultra zeki zanneden ve #takipedenitakipederim hashtagine başvurup, dm ile tweetlerinizin linkini attığınız retweet hesaplarının da desteğiyle geçen yıl bu dönemler aynı takipçi sayısında olduğumuz, şimdilerde beni neredeyse 35'e katlayan Can adlı bir arkadaşın tavrından bahsediyorum. efendim, kitap yazmış ve hakikaten komik yazan iki bayan twitter fenomeniyle tartışma salaklığını gerçekleştirdi geçtiğimiz dönemde. oturduğum yerden takip ettim yazışmalarını. kızlar öncelikle bu arkadaşı güzeelce rezil ettikten sonra, tahminimce muhtemelen sonradan bloklamışlardır. ne gerek var değil mi? kendini rezil etmenin alemi nedir? ya da sana ne onların ne yazdığından, ne konuştuğundan, sana ne yaptıkları dedikodudan. bir de okuyucularına şikayet etmesi, binlerce okuyucusunun da çıkıp tek bir twit yazmaması oldukça trajikleştirdi durumu. yani, sırf onu takip etsin diye takip ettikleri, #takipedenitakipederim hashtagiyle gelen takipçi bu kadar olurmuş değil mi Can? umarım böyle rezilliklere düşmezsin bir daha.
demem o ki, normalde arkadaşlarınıza bu kadar hal hatır sormazken, burada ünlü olacağım diye fenomenlerin her yazdığına mention yapmayın, alemi yok, buradan gelecek ünün kimseye bir faydası yok, o da ayrı, bilip bilmediğiniz konularda yorum ya da tespit içerikli tweetler yazınca komik oluyorsunuz, ünlülere ve fenomenlere mention attığınızda cevap gelmeyince "neden yazmıyorsun yaa artist" deyince daha komik oluyorsunuz, tweet çalınca ya da varyasyonunu yazınca dillere düşüp rezil oluyorsunuz, aslında siz farkında değilsiniz, sadece internet sitesi, sanal ortam diye düşünseniz de kendi öz benliğinizden kaybediyorsunuz. gerek yok değil mi tüm bunlara? haa unutmadan söylemek isterim, #takipedenitakipederim hashtagini her fırsatta yazıp duruyorsunuz ya o zaman hiç çekilmiyorsunuz. yazdıklarımı yanlış anlamayın, sadece benim fikrim, aksini düşünen fikrimi çürütmek isteyen varsa ister yorum yazarak ister mail atarak ulaşabilir. mail adresimi yazının başında vermiştim, sevgiler, öperim.

18 Kasım 2011 Cuma

kadına şiddet; dayak, tecavüz, cinayet

istatistiklere baktım az önce, grafiklerde kadına yönelik şiddetin ne derecede artmış olduğunu gördüğüm an tiksindim, kapattım sayfaları. içim kaldırmadı açıkçası falanca sebeplerden ötürü hemcinslerimin yediği dayağın, kurban gittiği törenin, uğradığı tecavüzün grafiğini incelemeyi, dayanamadım, midem bulandı zorbalıktan, yobazlıktan. kapattım ve ana haber bültenlerine konu olanlardan, aklımda kalanlardan yazmak istedim, aklımın yettiğince.

koca dayağı; sadece küçük semtlerde, eğitim alamamış erkeklerin eşlerini dövmesi, hakaret etmesi olarak algılamayın. bu çok eğitimli, zeki, ayakları üstünde duran bir kadının da başına gelebilir ve dışarıdan baktığınızda çok modern, iyi eğitim almış, kariyer sahibi ve maddi açıdan refah sahibi erkeklerin de eşlerine karşı kötü tavrı olabilir. bazen çok iyi eğitim almak, kariyer sahibi olmak, zengin olmak, modern olmak adam olmaya yetmiyor ne yazık ki, içte taşınan çürük içgüdüye engel olamayan bütün erkekler bunu yapabiliyor. kadınların bir kısmı gerekli tedbiri alıyor, bir kısmı da aradaki çocuğa kıyamadığı için sessiz kalıp bu eziyete göz yumuyor. kadın terkettiğinde yemin billah ederek bir daha yapmayacağına söz veren erkek, daha sonra bu sözünü tutmuyor, yobazlığına kaldığı yerden devam ediyor.

baba-abi dayağı; "kızını dövmeyen dizini döver" mantığından yola çıkan ebeveynler, en ufacık şeyleri bahane ederek kız evladını döverek dize getirmeye, kendi minik aklınca kötü yola düşmesine engel olmaya çalışıyor. o evlatlar dayaktan her ne kadar korksa da bir süre sonra dayak arsızı oluyor, et acıyor tabi elbette ama kalbi yaralanıyor, babaya ve abiye karşı öfke duymaya başlıyor. bu öfke zamanla nefrete dönüşüyor ve kız çareyi gözü biraz açılınca evden kaçmakta yahut da önüne çıkan ilk kişiyle huyu nedir diye bakmadan evlenmekte buluyor. bu çoğu zaman yanlış bir evlilik oluyor ve ebeveynin yaptığı tek bir yanlış, evladın da yanlış yapmasını, ebeveynden de nefret etmesini tetikliyor.

sevgili dayağı; buna tahammül eden hemcinslerimi hiç anlamam. bir noktaya kadar tahammül edip, sonradan adamdan ayrılanların da bir kısmı aynı sevgilinin kendisini öldürmesi ya da yaralamasıyla son buluyor ya zaten. görüyoruz haberlerde, okuyoruz gazetelerda hani "çılgın aşık, kendisini terkeden sevgilisini bıçakladı" başlıklı haberleri. aslında "ruh hastası adam, kendisine tahammül edemeyen kadını bıçakladı" olmalı değil mi başlık. ama canlarım, aldanmayın siz sevgilinizden yediğiniz tokatın ardından kapınızda yatmalarına, özür dilemelerine, ağlamalarına. daha sevgiliyken bunu yapmaya cüret eden adam, ileride neler yapmaz değil mi?

taciz; erkeğin iğrençleşebildiği son noktalardan biri. mantıklarına göre, dekolte giyinen, makyaj yapan, kendine bakan, modern kadın bunu hakediyordur, çünkü tahrik ediyordur. adamlar biz çük beyinliyiz, her şey bizi tahrik edebilir böyle pis nefsimiz var işte demiyorlar da, tahrik oluyoruz diyorlar. iradesizlik ve iğrençlik bir arada.

tecavüz; bir erkeğin iğrençleşebileceği en son noktadır. kendisiyle birlikte olmak istemeyen kadınla zorla cinsel ilişkiye girmesi. öyle de bir yargı sistemimiz var ki, tecavüze uğrayan kadına "kendini savunabilirdin" diyor, olmadı zaten en kötü ihtimalle kadının tevacüzcüsüyle evlenmesi şartıyla adam ceza almıyor. NE ACI! yani, ben tecavüze uğradım desen ya adamla evleneceksin, ya da adam üç beş ay yatıp çıkacak, olan senin psikolojine olacak. ha bir de "kendini koruyabilirdin" durumu var, sayın hakimlerimiz, dilerseniz siz gözü dönmüş, hayvanlaşmış bir erkeğe nasıl karşı koyabileceğimizi gösterin yahut da kadın eline geçirdiği herhangi birşeyle adamı yaralar ya da öldürürse "aferin kızım kendini korumuşsun" diyerek ceza vermeyin oldu mu?
tecavüz mevzusunun bin kat daha iğrençleştiği bir durum var. erkeğin, kendi öz kızına, üvey kızına, kardeşine, yeğenine, kuzenine, yengesine vs. aile ve akrabalık bağı olan birine tecavüz etmesi ve dahası, tehdit ederek ensest ilişkiye zorlaması. eğer bir baba kendi kızına tecavüz etme hayvanlığını gösteriyorsa, sözün bittiği yerdir orası. yapılanın tanımı yok henüz hakaretler sözlüğünde, adama takılacak bir sıfat gelmedi aklıma, gelirse yoruma yazın olur mu? bu vahşet aslında çok genç kızımızın, çok kadınımızın başına gelse de yine de korktukları, tehdit aldıkları için pek fazla şikayet eden olmuyor, olamıyor. çünkü devlet kadını korumakta yetersiz, eğer kendi ayakları üzerinde durabilecek bir kadının başına geliyorsa bu, evinden ayrılıp kendi hayatını kuruyor, çocuksa korkup susuyor. ancak psikolojisinde ve ruhunda kapanmayacak yaralar açılıyor, acı verici. dediğim gibi, sözün bittiği, sapık ruhun iyice vahşileştiği nokta. Allah ıslah etsin!

töre; cinayet, berdel, başlık parası karşılığında küçücük kızların babaları yaşındaki adamlarla evlendirilmesi. sevdiğine kaçan, evlenen kız "töre" başlığıyla öldürülür, evlenmiş olmaları bile durumu değiştirmez ne yazık ki. örümcek beyinli aileler halen daha namusun silah ve cinayetle korunabileceğine, temizlenebileceğine inanırlar ve bir de töre cinayetlerinin cezasının indirimi yapılır Türk mahkemelerinde. berdel de bir o kadar ölmektir kadın için. ölen kocasının kardeşiyle evlendirilmek, abi ya da kardeş bildiği kişiyle aynı yastığa baş koymasını beklemek. dur be cehalet artık, dur! maddi güçlük çeken aileler, yüklü para karşılığında evlendirirler ya küçücük kızlarını koca koca adamlarla, gelinlik giydirirler ya, bir de o koca adam küçücük kızın kendisine kadınlık yapmasını bekler ya, adına da çaresizlik derler ya hani, hay ben sizin aklınızı fikrinizi e mi? bakarsın aileye, maddi olarak kötüdür durumları ama adamın en az 6 çocuğu vardır, yapma o zaman o kadar çocuk be kardeşim, hayatında mı duymadın doğum kontrol yöntemlerini. ulan sağlık ocakları bedava dağıtıyor biliyor musunuz hapları? çok bakabilecekmişsin gibi o kadar çocuk yapmanın alemi ne, sonra içlerinden en büyük olan kızı verirsin kendinle aynı yaşta bir adama eş diye değil mi? hay ben senin örümcek beynini, ben senin cehaletini!

namus cinayeti; siz çünkü öldürmeden, kan akıtmadan temizleyemiyorsunuz namusunuzu değil mi? illa ölmesi lazım o kadının, gidip kendisine bir hayat kurması da işi değiştirmez, hani gitse, ölmüş farzetseniz ama ölmese olmaz değil mi? çünkü siz onu öldürünce mahalle ahalisi, eş dost akraba, vay yiğide bak temizledi namusunu diyecek, madalya takacak ya size, bravo. devletin koruması bu durumda da yetersiz elbette. izlemiştim haberlerde, bir kadın polise başvurup koruma istiyor, kadın öldürülüyor ve aradan 3 ay geçtikten sonra polis "şikayetiniz varmış" diyerek kapıyı çalıyor. komik ve trajik değil mi?

anne cinayeti; bunu hele hiç anlamıyorum. nasıl bir caniliktir, bir bilezik ya da üç kuruş para uğruna evlat annesine nasıl kıyar, hele bir de cesedini nasıl parçalara ayırıp çöpe atabilir. içinde insanlık olan biri nasıl annesine bunu yapabilir. aklım mantığım almıyor yaşadıkları psikolojiyi, tiksinerek burada son vermek istiyorum.

kadın her ne yapsa suçlu durumda artık toplumda, eşinden, çocuğundan, abisinden, hiç tanımadığı bir sapıktan, babasından, amcasından vs. şeklinde uzar gider bu sıralama da, her gün, çeşitli şekillerde şiddete maruz kalıyor. ne kadar kampanyalar, yürüyüşler yapılsa da ne bu cinayetler, tecavüzler duruyor, ne kadının gözünün yaşı diniyor. belki de en sağlıklı hareket toplumdaki bu hastalıklı ruhları teşhis edip tedavi etmektir. ve daha çok kadın sığınma evi. ama yetkililer artık bu gidişata bir dur demeli.

kayda değer birşey yok

selamlar ve sevgiler. tatilimin bitmesine 2 gün kaldı buna inanabiliyor musunuz? ben halen daha inanamıyorum çünkü, bilin de. zaman nasıl bu kadar hızlı geçer anlamıyorum, bence bu adaletsizlik. tamam çalışmak elbette kötü birşey değil ama inanın bazen işte zaman geçmiyor. şimdiden tatili özledim desem umarım kimse bana "yuhh tembel" demez. derseniz de bana çok koymaz yani ne yapayım şimdi durum bundan ibaret. dün çok canım sıkıldı, bugün de canım çok sıkılacakmış gibi duruyor, e hadi hayırlısı. ya millet bişiy sorucam size, dün bir internet sitesinde kitap tanıtımları okudum. tanıtım diye yaptıkları şey kitabın arka kapağında yazanı aynen siteye yazmak olmuş, telif sıkıntısı olmuyor mu öyle olunca? emek hırsızlığı bu bakın, sinirlendim ama!
ahah bu arada http://www.sozluk.org da sözlük yazarlığı yapmaya başladım kendi çapımda. şimdi, senin ne işine gelir, sen kiimm sözlük yazarlığı kim deyip te hevesimi kırmayın, ortamı sevdim. sitenin kurucusu http://twitter.com/#!/Korsan abiyi de pek bi sevdim, o yüzden çok hevesliyim gençler, anlayın beni. onun dışında tabi ki hayatımda bi aksiyon yok. mavi-yeşili hatırladım dün gece. acaba bu hafta geçti mi hiç, geçtiyse beni mağazada göremeyip merak etti mi? ya da siktir et deyip unutmayı mı seçti? unuttuysa çok pis sinirlenirim, bunu bilsin. bakalım, belki haftaya bi aksiyonumuz olur kendisiyle, ama artık olsun bişiyler değil mi? bayar yani bu kadar uzun bakışma muhabbeti. ümit fakirin ekmek teknesi işte, hala ümid ediyorum e hadi olsun bişiyler diyerek.
kitap okumaya da ara verdim, blog okumaya adapte ettim kendimi ya, ondan hep işte. ama iki hafta önce başladığım Pinhan'ı bitirip, ödünç aldığım kişiye iade etsem iyi olacak, şurda elli sayfa bişiy kaldı, bugün biter yarın götürürüm. iyi geldi bu bir haftalık tatil, dinlendim en azından ve en önemlisi de tam bir sinir küpü olduğum regl dönemimi evde geçirdim. şimdilik bu kadar, hadi öperim herkesi tek tek, sevgiler :)

17 Kasım 2011 Perşembe

hoşçakal


gitmek gerekli. çok uzaklara değil, sadece senden gitmek gerekli olduğunu anlıyorum bugün. belki şu an değil ve senin de ruhun duymayacak belki bu gidişimi ama gitmek gerekli. şu an burada otururken yaptığım, usul usul ölmek ya, inan bu gidiş ölümden daha beter olmayacak. sen susacaksın, ben gideceğim ve bu hikayede burada bitecek. sen duymayacaksın, ben gideceğim, bu şarkı burada bitecek. sen görmeyeceksin, ben gideceğim, diyeceksin arkamdan, seversin zaten kaçıp gitmeleri. ben sana küsmeden, oyunu bozmadan, yine severek ama sevilmeyerek gideceğim. ve bir kadın daha hayatından geçip gitmiş, bitmiş olacak. hoşçakal sevgilim...

bana bir masal bıraktın

bakma sen tutarsızlığıma, hırçınlığıma
çok yaralar var içimde, tuzlara buladığım
sen kanattın ama en çok ben acıttım onları
aklıma gelme diye kendi yarama kendim tuz bastım
yaralarım senden armağan ya
kurumasınlar diye hepsini bir bir kanattım
bakma sen arada yine sana kızmalarıma
sen de olmasaydın çok geçmişsiz kalacaktım ya
kızacağım bir öncem var artık
üzülüp ağlayacağım geçmiş, yitik bir masal
masalım bana senden armağan ya
sonunu yine ben kötü yazdım
o yüzden kırılma sen hoyratlığıma
sana kıyamadım, ben kendimi kanattım ya
bırak en azından biraz sana kızayım
öfkem geçince gelip sarılamsam da

zekaları soyunana kadar

sanat camiası içler acısı halde. hoş, sanat dedim ya halbuki hilal cebeci ve doğuş gibi gündemden düştükten sonra, soyunup ta sosyal paylaşım sitelerine çarşaf çarşaf fotoğraf dağıtan, insanların kendileriyle dalga geçmesini bile "reklamdır" diyerek bağrına basan beyinsizlere sanatçı denmiyordu değil mi? o zaman medyatik maymunlar da diyebiliriz, sakınca görmüyorum. hilal cebeci hatunu biliriz zaten, müzik piyasasına ilk adım attığı zaman da sesinden, müziğinden çok yarı çıplak klipleriyle ve hafif kadın kategorisinde en önde flama taşıyan tavırlarıyla bilinir. soyunmanın da adabı vardır elbette ama hilal hanımcığımızın hiçbir soyunuşunda bir adap bir asalet yok ne yazık ki. kendisini o yarı çıplak haliyle alıp, köşküm gazinosunda mesaiye başlatsan elbette iyi iş yapar.
gelelim doğuş'a. doğuşun müzik camiasına adım attığı yıllar benim çocukluğuma denk gelir. biz o zamanlar mustafa sandal'ı, tarkan'ı idol bilirdik, sever bağrımıza basardık. kız çocuğu kalbimizle biz böyle tarkan mı daha yakışıklı mustafa sandal mı diye düşüneduralım, ileride hangisiyle evlenmek istediğimize karar vermeye uğraşalım derken bir de bakarız ki doğuş diye biri çıkmış, kral tvde video klipleri dönüyor ve ardından tam manasıyla bomba gibi patlaması için o dönemlerde yeni piyasaya çıkan her şarkıcıda olduğu gibi onun da acıklı bir hayat hikayesi var. günlerce magazin gündemini işgal edip durdu doğuş haberleri, sabah kuşağı kadın programlarına çıktı, ailesi bağlandı, programa konuk gelen teyzeler doğuşu bağrına bastı, doğuş kameralar karşısında ağladı "ne kadar zor bir hayat yaşadığını anlattı" kendini o zamanlar kanıtladı ve bingo, doğuş o zamanlar iyi ajitasyon yapmayı, durumu ajite etmeyi başardı. sevdik, bağrımıza bastık çünkü acıdık.
derken doğuş hakkındaki gerçekler, olaylar, trajediler bitmek bilmedi. her ünlü gibi gündemden düştüğünde yeni bir acılı hikayeyle döndü aramıza, kokain bağımlısı olduğu söylendi, yazıldı, çizildi. çocuk aklımızla, doğuşun tinerci olduğunu falan anlatırdık arkadaşlarla okulda birbirimize, itici gelmeye başladı sonra, biz yine döndük mustafa sandal'a, tarkan'a. doğuş yine gündemi sansasyonlarıyla meşgul ettikten sonra ortadan kayboldu, sonra hilal cebeci ile olan ilişkisiyle gündeme geldi. bu ikili tencere kapak misali birbirini ne güzel bulmuştu oysa. ama yok yok, ayrılmaları herkes açısından daha sağlıklı. düşünsenize bu iki mercimek beyinlinin halen daha birlikte olduğunu ve birlikte çıplak pozlar verip verip sosyal medyada paylaştığını. buna kimse henüz hazır değil, değil mi?
sosyal medya açısından soyunma mevzuları; elbette hiçkimse istemiyor bunların çıplak pozlarını görmeyi. ama işte, sen soyunmaktan yüksünmemişsin de ben mi konuşmaktan, dalga geçmekten rahatsızlık duyacağım düşüncesi hakim, hepimizde. ben de konuştum, görmemiştir belki dur göstereyim de hep beraber gülelim dediğim birkaç kişiye mail ya da mesaj atarak gösterdim, hatta yetmedi annemin yanına pcyi götürüp "aaa beyinsize bak ne yapmış" dedim annemle de güldük. bir insanın zeka seviyesiyle mümkün olduğu en aşağılayıcı derecede dalga geçildi dün gece, hem twitterda hem de facebookta. hatta biri dün mention atmış twitterda, "bunu doğuşun koyduğuna emin misin, geçenlerde hesabı çalınmıştı, iyi düşün" yazmış. o resmi reklam için doğuş koydu bu bir, ikincisi hadi kendisi koymadı diyelim, akıl sağlığı yerinde olan ya da geri zekalı olmayan bir insanın bu türde bir poz vermesi de pek mantıklı değil. hadi çıplak poz da verirsin de, saksı ne? diyelim ki hesap çalındı, o zaman senin saksılı fotoğrafının hesabını çalanlarda işi ne? rezil oldun yani doğuş, gündem yapacağım derken cidden rezil oldun.
gündeme gelmek için soyunup soyunup twittera link atan ünlülerin müzik yaptığı bir ülkede müzik piyasasının gelişmesini de bekliyoruz. inanın dün gece gördüğüm o pozdan sonra, bir serdar ortaçın beyniyle alakalı espri yapmayacağıma söz verdim, teomanı bulduğum yerde üç kez öpüp başıma götürüp yüksek bir yerde saklama kararı aldım, nimettir diye. magazin haberlerinde yer almalarını bile anlayabildiğim, e işi bu gündeme gelecek tabi dediğim ünlülerin soyunup ta twitterdan medet umuyor olmaları, çok komik. kim kime malzeme oluyor burada o da karmaşık ama her halükarda soyunan rezil olduğuyla kalıyor. ne diyelim Allah akıl fikir ihsan etsin. sevgiler :)

PS: resmi de bir dahaki soyunan medyatik maymunumuzdan böyle bir görüntü beklentisi içinde olduğum için koydum. umut dünyası işte...

16 Kasım 2011 Çarşamba

farkımız kalitemizdi bebeğim

defolarım gözüne batmaya başladığında, benden sıkıldın
seni kaybetmemek adına çok fazla hata yaptığımda benden sıkıldın
uçan sineği bile dişi miydi bu diye sorgulamaya başladığımda benden sıkıldın
seninle aynı hayat görüşüne sahip olmadığımızı anladığında benden sıkıldın
ilgini çekmek için şebeklik yaptığımda benden sıkıldın
kendi derdimi bırakıp senin için üzüldüğümü hissettiğinde benden sıkıldın
seni sevdiğimi söylediğim o günden sonra benden sıkıldın
atacağın bir mesaja bile muhtaç olduğumu düşündüğün an benden sıkıldın
avuçlarının içinde olduğumu ve istesem de kaçamayacağımı düşündüğün an benden sıkıldın
sana duyduğum hayranlığı farkettiğin an benden sıkıldın

ve, sen benden sıkılsan da benim hep seni seveceğimi, hep senin için mücadele edeceğimi sandın. ama ben senin adam olmadığını gördüğüm an sadece senden sıkılmakla kalmadım, damarının en hassas yerine basarak bağları koparttım. farkımız kalitemiz sanırım :)




15 Kasım 2011 Salı

aslında... keşke hiç bırakmasan...

dokunmaya çalışıyorum sadece, kızgın bakıyorsun. oracıkta hissizleşiyor parmak uçlarım, hissetmiyorsun ki sana dokunduğumu, soğumuşsun, buz gibi olmuşsun. birşey söylemek için ağzımı açıyorum, cesaret edemiyorum, buz gibi bakıyorsun bana, ürperiyorum, korkudan titriyorum. gülerdin eskiden gözlerime, şimdi öfkeli ama soğuk bakışlar atıyorsun. hissediyorum, birazdan kahve yapmamı isteyeceksin, her zamanki gibi şekersiz ve iki tatlı kaşığı kahve atarak hazırlayacağım ben. içeceksin, gözlerinde kahveye bahane bulup kavga etmenin telaşıyla, bulamayacaksın, kahveyi nasıl içtiğini bile hatırladığım için önce çok kızacaksın bana, sonra seni aslında hiç unutmadığımı hatırlayıp, az sonra daha önce sayısız kez yaptığın gibi yine öylece çıkıp gideceğin için, bunu bile bile yine bu gelişini de kabul ettiğim için acıyacaksın. hemen ardından, sana karşı bu kadar aciz ve tavizci olduğum için öfkeleneceksin, yavaşça kahvenden içeceksin.
bir sigara yakacaksın, bana da uzatacaksın, sonra sigaramı yakmak için elini uzatacaksın, ben de çakmağı tutmak bahanesiyle eline dokunacağım usulca. aslında üzüleceksin ama, hissettirmeyeceksin, ama ben bunu gözlerinden anlayacağım. geldiğinde sarıldığın, öptüğün, sevdiğin, seviştiğin gibi olmazsın gitmeye, terketmeye karar verdiğinde bilirim, artık ezberledim. gelirsin, özlemiş olursun, seversin, hep dokunmak, hep sarılmak istersin ama gitmeye karar verdiğinde ve ben bunu hissettiğimde, sen çıkıp gidesiye kadar sessiz bir anlaşma imzalarız aramızda, bakışlarımızla. sen kurallarını koyarsın, ben sadece göz kapaklarımı usulca devirip onaylarım, bilirim gitmeye karar vermişsin yine, artık sana dokunmak yasak, mecbur kalmadığım sürece konuşmak yasak, sadece sen gidene kadar sessizce nefesini dinlerim ben de, bir dahaki gelişine kadar usulca kokunu içime hapsedeceğim, yüzünü, yüzündeki izleri, çizgileri ezberleyeceğim.
sonra yine gideceksin, sen kapıya yönelince sürükleneceğim arkandan. hiçbirşey söylemeyeceğim, yavaş hareket edeceksin, ben yine gidişini ezberleyeceğim, dayanacağım duvara, ayakta olmaya halim kalmayacak çünkü, duvardan destek alacağım, ağlamak isteyeceğim ama bunu sen gittikten sonraya saklayacağım. öyle bakacağım ayakkabını giyişine, bilerek yavaştan alacaksın bunu da, o sırada dudaklarımı ısıracağım, ama sana sarılmayacağım. kapıyı açacaksın, bir adım atıp kapıya yaslanacağım, çıkarken, ilk adımını atarken arkana dönüp bakacaksın, gözlerimi dikeceğim gözlerine, sen öylece bakacaksın bana birkaç saniye, geleceğini, yine döneceğini söyleyeceksin, göz kapaklarımı devireceğim usulca, bekleyeceğimi anlayacaksın.

sadece karın ağrısı değil inanın

karnımda, daha doğrusu yumurtalıklarımda bir canavarın can bulmasıyla uyandım bu sabah. sanki içeriye hapsolmuş ta çıkıp özgürlüğüne kavuşabilmek için içeride ne var ne yoksa parçalamak, çıkışı bulmak istiyormuş gibi. yahut da gizli bir el yumurtalıklarıma tırnaklarını geçiriyor, yeterince canımın acıdığına ikna olamayınca da elleriyle sıkıyor, işkenceler yaparak canımı almak istiyormuş gibi yani. yataktan sürünerek kalktım ve "bugün ev çok soğuk olacak, sıcak su torbasını bulayım" dedim kendi kendime. canımın dün tarçınlı havuçlı kek çekmesi, üç günde bir büyük kavanoz nutellayı mideme indirmiş olmam, karşı komşunun yaptığı kızartmanın kokusundan tiksinmem, aptalca sorular soran insanlara "geri zekalı mısın, öyle olabileceğini aklın alıyor mu" diyerek çemkirmem, içtiğim sigaranın ağır gelmesi, uykuya doyamamam ve dünden beri karnımın ve bacaklarımın müthiş bir ağrıyla kucaklaşması bundanmış, bedenimdeki ölü yumurtaları atıyorum dışarı, yenilerinin yerleşmesi için, doğurgan bir kadın olabilmek için evlendiğimde, kanıyorum yine.
kadın olan anlıyor gerginim, muayen günümdeyim dediğim zaman ne hissettiğimi tam olarak. eski sevgilimden ve kardeşimden bilirim, bir erkeğin yapabileceği en iyi şey, gidip çikolata desteği sağlamak, çok acı çektiğimi yüzümden anladığındaysa "hastaneye gidelim mi?" demek. hayır gitmeyelim hastaneye. bana sıcak su torbası, bol çikolata, battaniye sağlayın ve sadece susun yeter. çünkü siz her ağzınızı açtığınızda ben sinirleniyorum elimde olmadan, unutmayın birkaç güne geçecek ve bu birkaç gün içersinde ben olur olmaz herşeye sinirleneceğim, incir çekirdeğini doldurmayan sebeplerden dolayı alınganlık yapıp ağlayacağım ve siz içinizden "ufak bir karın ağrısını ne kadar büyütüyorsun" diyeceksiniz, bunun ruh halini ne kadar etkilediğinden habersiz. o yüzden susun birkaç gün, tartışmayalım, birbirimizi kırmayalım. ben uzanayım şöyle, alayım sıcak su torbamı, yiyeyim çikolatamı ve bırakın yattığım yerden televizyonla kavga edeyim.
ısıtamadığım ayaklarıma giydiğim ananemin patikleriyle de dalga geçmeyin lütfen. bunlara rağmen ayaklarım hâlâ buz gibi biliyor musunuz? kımıldadıkça canım acıyor, kımıldamak istemiyorum, anlayın. bir de bu işin sivilce kısmı var. dediğim gibi, hormonlarımız haddinden fazla çalıştığı için sivilceleniyoruz. ergen kızlar gibi yüzümde çıkmış olan sivilceleri hatırlatmayın bana, iki gün sonra onlar da geçecek. bir regl dönemini çok fazla abarttığımı düşünüp te gülmeyin. kızlar anlar, ama dediğim gibi erkekler anlamaz şimdi ne demek istediğimi. altı üstü bir karın ağrısı demeyin o yüzden, sadece karın ağrısı olsa içeriz elbette bir ağrı kesici ama çok mutsuz, çok halsiz, çok gergin oluyoruz. sağlıklı birer kadın olduğumuz için ve evliliğimizde çocuk sahibi olabilmek için biz ergenliğe ilk adım attığımız yaşımızdan beri her ay kanıyoruz. tiksinmeyin, biz bunu zaten kendimize saklıyoruz, sizi muhatap etmiyoruz beyler.

14 Kasım 2011 Pazartesi

rüyamda seni gördüm

aramıza soğukluk giren arkadaşlarım, eski sevgilim falan sırf muhabbet başlatmak için arada "rüyamda seni gördüm" temalı mesajlar atarlar. inanmıyorum samimiyetlerine, çünkü ne zaman aa canım nasıl gördün desem "işte uçurumdan düşecektin ben tuttum, köpek kovalıyordu seni köpeği vurdum, birinden kaçıyordun ben sakladım" blabla anlatıyorlar ve ne hikmetse bir kere bile başıma iyi birşey gelmiyor rüyalarında. hep başım dertte, ya kaçıyorum, ya düşüyorum ve hep onlar bana yardım ediyor, beni koruyor falan. tesadüfe bakın hele. bir kere, her ne kadar araya mesafe girmiş olsa bile, ayrılmış olsak bile, eğer birisi benim rüyamda sıkıntı içindeyse ve ben sabah uyanınca bunu hayra yoramıyorsam aptal bir sms atmam, arar düpedüz sorarım rüyayı dosdoğru anlatırım. böylesidir makbul olan.
rüyalarım çıkar, hatta bazen o kadar gerçekçi rüyalar görürüm ki, aradan biraz zaman geçince o sahneyi mutlaka yaşarım. hani olur ya bazen bir olay gelir başınıza, siz onu daha önceden yaşadığınıza yemin edersiniz ama ne zaman olduğunu hatırlamazsınız, dejavu derler buna, benimkiler dejavu değil işte, önceden rüyamda fragmanını görüyorum, sonra bizzat aslını yaşıyorum bazı olayların. ağır hasta olan biri varsa, hastalığı boyunca onu görmem rüyamda ama öleceği günün gecesi görürüm mesela. bu babannemde de öyle oldu, dedemde de dayımda da. yahut eğer bir arkadaşımı sıkıntı içinde görüyorsam sabah aradığımda mutlaka kötü gelişmeler duyarım. ama çok şükür ki kimseye de "rüyamda seni gördüm iyi misin" diye mesaj atmam. sene olmuş 2011 hâlâ daha bunu bahane eden arkadaşlar var, lütfen az bi geliştirin beyinlerinizi.
öte yandan, neden hep bu insanların rüyalarında başıma kötü şeyler geliyor. "ah canııım rüyasında bile beni korumuş, ne eşşeğim ben yaa" dememi mi bekliyorlar, koşup boyunlarına mı sarılayım ne yapayım? boş işler, boş muhabbetler. beni aldatan şerefsiz eski sevgilim mesaj atmıştı bi sabah "rüyamda akşam seni gördüm, iğrenç bi adamla evleniyordun" yazmış. o zamanlar nişanlıydı daha evlenmemişti. inanın kıskançlıktan falan söylemiyorum, o zamanki nişanlısı şimdiki karısı unisex üretim. saçlarını kestirip bıyık bıraksa ve o koca memelerini aldırsa şişman bir erkek olabilir. hayal edin. mesaj attım buna "kendi ilişkinin yansımasını görmüşsündür zira şu an harika biriyle harika bi ilişkim var" dedim.
o nişanlanmadan önce bi süre rahat bırakmamıştı affedeyim diye, birgün de bi avmde yakın bi arkadaşımla görmüştü beni. yanıma gelmişti mal kim bu sevgilin mi diye, e arkadaşım da saksı değil haliyle hem olayı bildiğinden hem de sürekli beni rahatsız etme durumundan haberdar olduğundan "evet sevgilisiyim sana ne" diye atarlanmıştı. arkadaşım yakışıklıdır, hatta eski sevgilimden daha yakışıklıdır itiraf etmek gerekirse ve biz bir süre devam ettirdik bu yalanı. sadece eski sevgilimle olan ortak arkadaşlar bunu böyle biliyordu ve facebooktaki ilişki durumumuzu bilmem kimle ilişkisi var diye ayarlamıştık bir süreliğine. amacım sadece bi sevgilim olduğunu bilsin de beni rahat bıraksındı. ama adamın içine oturmuş ki, ergen tripleriyle yok rüyamda gördüm blabla mesajları atıyor, pes diyorum. önce kendi unisex karısına baksın bence. şu an yalnızım mesela ama en azından bi ucubeyle sevgili değilim.
bu sabah ta geçen anlattığım çıkarcı arkadaşım t. mesaj atmış rüyamda seni gördüm cherry nasılsın diye. cevap vermedim henüz, canım birine laf sokmak isterse diye kenarda tutuyorum onu. aslında amacı o işi almak, torpil yapmamı sağlamak ama dedim ya yok annem yok yormam onun için kendimi. hayatımda bu kadar gerizekalı insan olması çok sıkıcı. insan değer verdiği birini rüyasında görse ya da durduk yerde ne yapıyor diye merak etse her ihtimali göze alıp aramalı bence. uyduruk bi mesajla olmaz bu işler. bahaneleri de "ay telefonu yüzüme kapatırsın diye çekindim vikvik." yahu be salak, telefonu yüzüne kapatmaktansa hiç cevap vermem zaten di mi ama? e ne diyeyim, Allah akıl fikir ihsan etsin bu saatten sonra da, hadi herkesi öptüm çok...

13 Kasım 2011 Pazar

o yok, biraz eksiğim ama yalnız değilim, yine de böyle bitsin istemedim

içimde yanıp sönen ışığı görmezden geliyorum kaç gündür, iç sesimi susturmak için onun ağzına yastık bastırıyorum, kendim yüksek sesle şarkılar söylüyorum. bak, yalnız değilim izlenimi verme çabasından çok sıkıldım, evet yalnız değilim, bana eşlik eden onlarca ses var ama, sanki biraz eksiğim. çok kızıyorum ona, bana cesaret verebilirdi diye, böyle bitmemeliydi diye. normalin aksine sosyal paylaşım ağlarındaki tek bir profiline bile hiç tıklamadım, normalin aksine, başkasına atacakmışım da el alışkanlığı olmuş gibi ona hiç mesaj atmadım. böyle bitmemeliydi, ben onun için duyduğum acıyı kendimden bile saklamamalıydım, meşrulaştırmalıydım içimdeki acıyı da, her seferinde başka bahanelere bağladığım gözyaşımı da. olmadı, onunla da olamadım, onsuz da tam olamadım. dün saydım, bugün tam 21. gün sanırım, emin değilim, kaç gün olduğundan dün akşam emindim, bu sabah beynim otomatik olarak silmiş bu bilgiyi, üzüldüm.
yüzyıllardır yoktu elbette hayatımda, onsuz yaşayamayacak duruma gelmedim, zaten onsuz yaşanamayacak bir insanın bu dünyada var olduğuna da inanmıyorum, her neyse dedim ya onsuz yaşayamayacak duruma gelmedim, az zaman tanıdığım bir insanın aşağı yukarı 20 günlük resmi, 20 günden bir kaç ay kadar daha fazla olan gayrıresmi yokluğundan dolayı biraz eksildim. eksildim çünkü, biz birbirimize çok benziyorduk, o şimdi bu lafımı hatırladığında siktir ordan dese de biz birbirimize çok benziyorduk. belki tam olarak değil ama yarım yamalak olsa da bağlandım ona bir süre, yıllar sonra bir erkeğe bağlanabildim dediğim gibi, yarım yamalak ta olsa, yıllar sonra bir erkeğe güvenebildim, az da olsa. ben onu dilinden eksik etmediği küfrüyle de sevebilmiştim, başkalarına karşı içi dolgulu dışı hafif sert şu şekerler var ya hani missbonndu di mi adı, her neyse işte o şekerler gibi olan, sert kabuğunu çabucak eritip ağızlarında bazen vişneli, bazen kahveli tat bırakarak yayılan bu adam, bana geldiğinde nedense hep ya uyduruk ve asla kırılmayan mevlüt şekeri gibi oluyordu, ya da bazen çok sinirlendiğinde zehr-i zıkkım aromalı bir akide. anlamıyordu, canım çok acıyordu işte, ben onu kaybetmek istemedikçe kaybediyordum daha çok, çırpındıkça dibe vuruyordum, dibe vurdukça o benden daha çok uzaklaşıyordu, paniğe kapılıp üst üste hatalar yapıyordum, o sinirleniyordu ama göremiyordu işte o anda benim üzüntümü, kaybetme korkumu, benden daha çok kopuyordu.
ona onu kaybetmek istemediğimi söylediğimdeyse bana inanmıyor, aramızı düzeltmek için şirinlik yaptığımda köpek çekiyor, onu aslında sevdiğimi söylediğimdeyse çakallık yaptığımı, strateji yürüttüğümü söylüyordu ve cherry bu sefer daha çok yaralanıyordu. anlatamıyordum çünkü, beni anlamamak için direniyordu, hatta bana inanmıyor, biraz olsun sözüme güvenmiyordu. çok yıprandım, gerçekten haketmediğim kadar haksızlığa uğradım, ama kendimi anlatamadım. şimdi ben de bıraktım, aslında dediğim gibi 20 gün kadar önce bıraktım. 23.10.2011. o da beni bıraktı, büyük ters düşmüştük, ben aklımdan geçeni söyledim, o üzerine alındı ama en büyük haksızlığı o gün yaptı zaten. sonra, yürüdük ters yönlerde, o da öfkeliydi, ben de.
kaç gündür neler yaptığını merak ediyorum, neden aklıma gelip duruyor onu da bilmiyorum. facebook öneriyor tanıyor olabileceğim kişilerde, profiline bile tıklamıyorum. yani hem merak ediyorum, hem de neler yaptığını bilmek istemiyorum. dedim ya, el alışkanlığı olmuş da yanlışlıkla mesaj atmışım gibi mesaj bile atmadım, onun gözünde kapkara olan varlığımı aklamaya da çalışmadım. nasıl olsa kapattı bana kulaklarını, nasıl olsa ne söylesem ya çıkarcı olduğumu söylüyor, ya yalan söylediğimi söylüyor ya da gülüp geçiyor. biraz eksik kaldım, ama yalnız kalmadım, hâlâ bana eşlik eden onlarca ses var hayatımda, zamanla onu kesip atınca eksik kalan, yarım kalan uzvumu da tamamlayacağım. illa ki onun yerine biri gelecek değil, bazı organlar kendi kendini tamamlar, onarır ya aynen o misal.

insanlık ayıbının hikayesi

merhaba millet. gerginim, sinirliyim, sabahtan beri bir takım insanlara laflar hazırladım, öfkemi biledim, şimdi oturdum sigara içiyorum. efendim, sinirlerimin tepeme tepeme gerçekleştirdiği ziyaretin sebebi, PAZAR PAZAR VE SABAHIN KÖRÜNDE karşı komşunun bahçe duvarını yıktırıp yeniden yaptırma çalışması. ee ne var bunda demeyin canlar, sabahın ayazı, pazar sabahının sekizi ustalar başladı çalışmaya, patırtı gürültü harikulade, sıçrayarak uyandım korkudan, uyku sersemi anlayamadım ilk ama durumun farkına varınca, en okkalısından bir küfür patlattım homur homur. uyumaya çalıştım, olmuyor, adamlarda öyle bir çene var ki, sabahın o saatinde o enerjiyi nerden buldularsa, ömrümden ömür tükettiler bırbırbır. çıkıp abi bi susun diyeyim dedim, yok, 30 saniyelik sessizliği o at hırsızına benzeyen ustanın kahkahası böldü. çıktım yataktan, baktım evde gürültüyü duyan bir benmişim, kardeşim uyanmamış, annem de uyanık, mutfakta oturmuş çay içiyor kadın.
dur dedim ekmek alayım bari, kapıdan adımımı attım, komşuyla göz göze geldik. ustalarının başında duruyormuş meğer. laf sokup gününü zehir edebilmek için günaydın dedim, oo günaydın abicim erkencisin bugün maşallah dedi. ben de "gören de haftanın yedi günü birde kalkıyorum zanneder abi, bi pazarım var o da hiç oldu. dünden haber verseydin, çıkan gürültüyü duyamayacağım bi yere göç ederdim." dedim. sinirlenmiş, babama şikayet etmiş. babam da bi takar ya böyle mevzulara, "kız haklı" demiş kapatmış mevzuyu. şimdi burda hata kimde, bütün hafta sabahın yedisinde uyandığı için pazar günü erken kalkmak istemeyen, uyumak isteyen bende mi? yoksa ultra düşüncesiz ve o bahçe duvarını iki saat sonra yıktırsa birşey farketmeyecek olan komşuda mı? ben boşuna bu mahallenin insanlarının %80ine gıcık olmuyorum. bakın ne anlatacağım size, sergilenen davranıştan olmaması gerekeni çok çabuk kavrayıp insanlık dersi çıkartabilirsiniz;
bizim mahallede yalnız yaşayan yaşlı bi teyzemiz vardı. paşa derlerdi teyzeye lakap olarak. iki sene önce, bizim mahallede bi arabanın tekerlekleri arasında can verdi. yaşlı kadın, haliyle yavaş yürür değil mi? paşa teyze kızının evine giderken, dört yol ağzı olan az biraz geniş meydanda karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor ve modelini hatırlamıyorum şimdi arkası açık küçük kamyonet tipinde olan arabalar var ya, o arabalardan birinin altında kalıyor. sürücü, biraz ilerde başka bir semtte yaşayan otuz yaşlarında bir adam. hatası; mahalle arası olan yerde, karşıma çocuk mu çıkar, yaşlı mı çıkar, kedi köpek mi çıkar diye düşünmeden hızlı araç kullanması. kullanmasa ne olur, biraz daha yavaş gitse ne olur, bizim paşa teyzeyi fark edip arabanın altına almazdı belki, hatta paniğe kapılıp geri geri gitmeye çalışarak kadıncağızın üstünden bir kez daha geçmez, pestilini çıkartmazdı yol ortasına. bak işte bir başka hata daha, olduğun yerde durup insen, baksan kadına, çekip çıkaracaksın belki, ön tekerlekler üzerinden geçince aradaki boşlukta kalmış ama beyefendi, tekrar geri yapınca ikinciye ezmiş paşa teyzeyi. sonra adam ne yapmış biliyor musunuz? arkasına bakmadan kaçmış, kazanın olduğu yerde, her saat işlek olan bir kıraathane, bir market, az ileride bir kıraathane daha var. sonra evler, çığlığı duyan kadınların pek çoğu çıkmış camlara tabii.
gelelim insanlık ayıbına; dedim ya çığlığı duyan kadın çıkmış cama, hemen telefonlara sarılmışlar bir yandan da, hayır kimse polisi ya da jandarmayı aramıyor. üst sokaklarda oturan arkadaşını, görümcesini, eltisini manzara izlemeye davet ediyor. NE ACI! tabi mahallenin muhtarı kazayı haber alınca koşup geliyor, gelirken da jandarmayı arıyor. bu arada kahvedeki ultra delikanlı abilerimiz, amcalarımız da kazayı kimin yaptığını biliyor, ancak jandarma gelmeden herkes ağız birliği ediyor, "adam 3 aylık evli, biraz da borcu var, göremedik plakayı diyelim, söylemeyelim." ÇOK YAZIK ABİ SİZİN İNSANLIĞINIZA DA, DELİKANLILIĞINIZA DA! pabucumun delikanlıları ya. o arada, üst sokaklarda oturan kadınların, evlerinden fırlayıp komşulara haber vere vere "kaza olmuş ta onu seyre gittiğini" önemle belirtmek isterim. gitmedim, ama giderken bize de haber vermeyi ihmal etmeyen komşu kadına dedim ki; "çekirdek de ister misin çitlemeye, hey gidi ultra insani varlık, ne işin var orda!" bozuldu ama gitmekten de geri kalmadı. niye kalsın ki, söylediğimi gerçekten anlayıp anlamadığından bile emin değilim, belki de yüzü "ne demek istedi bu anlamadım valla" diye düşündüğü için de düşmüş olabilir. yüzden bahsettim, ay salaklığım, böyle insanda yüz ne arar.
her neyse, jandarma geldi, ambulans geldi, her yer kan gölü gibi doğal olarak, etrafta o kan deryasını ve paşa teyzenin cansız bedenini seyre koyulmuş bir grup insan dizili. e tabi ev kadınları da ne yapsın, yarın öbür gün anlatacak, dedikodusunu yapacak malzeme lazım. ölünün dedikodusu olur mu? bizim mahalleli yapar arkadaşlar. jandarma komutanı dağıttı bunları, "neyi seyrediyorsunuz siz, hadi dağılın evlerinize" diyerek. bizim mahalle kadınları da, yaptıklarından utandıkları için değil, "jandarma bize bağaaardıı" diyerek uzaklaştılar kaza mahalinden. ambulans geldi, götürdü paşa teyzeyi, onlarca gereksiz kadının arasında orda olması gereken tek kişiyi, paşa teyzenin büyük kızını da alarak. jandarma ifade aldı, sordu soruşturdu aracın plakasını gören var mı diye. tıklım tıklım dolu olan kahvehanede de, kazanın olduğu yerin tam yakınında olan markette de gören olmamış, komik ama değil mi? birinin evladına, karısına, kardeşine iftira atılacaksa ağız birliği yapan insanlar, kendilerini çok vicdanlı, çok merhametli zanneden bu içi çürük insanlar, paşa teyzeyi kimin ezip kaçtığını söyleyemedi, varmadı dilleri söylemeye. neden mi? dedim ya adam üç ay önce evlenmiş, çok borcu varmış. HADİ YA! hakkatten acınacak durumdaymış, bir de ne demişler bakın "kadın zaten yaşlıymış, yani yaşamış yeterince, adam hapiste çürümesinmiş" ulan zaten adamın yatıp yatacağı üç beş ay, onu mu kayırıyorsunuz, kadın yaşlıymış, e o zaman ölmeliydi, adam çarptı ezdi, kadın öldü, mesele yok konu kapandı. neden? ÇÜNKÜ KADIN YAŞLI!
velasıl kelam, öyle çok benzeri örnekler var ki, dillerinden işittiğim öyle zehirli iftiralar var ki insanlar hakkında, mahalle sakinlerinin %80ini öcü gibi görmekte haklıyım kendimce. onlar varsınlar benim büyük burunlu olduğumu sansınlar, fark etmez. hem ayrıca büyük burunlu olacak birşeyim yok. kendi işime bakıyorsam, haklıya hakkını teslim ediyorsam kime ne?

12 Kasım 2011 Cumartesi

yok annem yok, senin için kendimi yormam

akşam iş çıkışı telefonumda 17 tane cevapsız arama vardı. ekrana bakıp ta 17 cevapsız arama yazısını görünce şaşırıp kaldım zaten bir süre. yahu günlerdir telefonum ya hiç çalmıyor ya da annem arıyor akşam gelirken kola al diye. hal böyle olunca ve ısrarla arayan numara da rehberimde kayıtlı olmayan bir numara olunca ne yalan söyleyeyim heyecanlandım. hani olur ya, mavi-yeşil ya da başka bir yakışıklı pasajdaki ya da civardaki arkadaşlardan birinden telefon numaramı almıştır da aramıştır falan diye düşündüm. arasam mı mesaj mı atsam derken kendi kendime mesaj atmayı daha uygun buldum. mesajı göndermemle aynı numaranın beni tekrar araması bir oldu ve birkaç saniye açmadan baktım telefonun ekranına boş boş. hâlâ daha hayal kuruyorum, ulan cherry yoksa seni niye arasın elin insanı diyorum kendi kendime. tabi ben telefona cevap verince bütün hayallerim yerle bir oldu hatta o mendeburun sesini duyduğum için sinirlerim bozuldu.
arayan eski kankam t. eskiden çok yakındık severdik birbirimizi, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi ama o benim yakın bir arkadaşıma aşık olunca ve i., t.yi istemeyince olay değişti. bu salağa anlattım ben seni sevmiyor bak boşver artık falan diye, bana "sen mi aşıksın i.ye yoksa" kısaltmalı uzun bi konuşma yapınca sildim attım arkadaşlıktan ve o gün bugündür görüşmüyoruz. şaşırdım beni bu kadar ısrarla aramış olmasına. iş yerine de gelecektim ama konuşmak istemezsin diye gelmedim dedi en başta. ben de neden aradığını, çabuk anlatmasını işimin olduğunu söyledim. aslında ne diyeceği zerre kadar umrumda değildi ama eğer ki benden bir iyilik isteyecekse bunu dinleyip büyük bir zevkle de "ilgilenemeyeceğim, şu sıralar çok meşgulüm" deme fırsatını kaçırmak istemedim. nitekim haklıydım, yanılmadım, t.nin yardımıma ihtiyacı vardı, hatta bana ihtiyacı vardı.
konuyu kısaca özet geçti. kredi kartı borcu tavan durumda, işten kovulmuş, birkaç yere başvuru yapmış ama ikisinden olumsuz yanıt gelmiş. ne tesadüf ki başvuru yaptığı yerlerden birinde insan kaynakları müdürü benim liseden çok samimi bir arkadaşımın ablası, çok zor durumdaymış, acaba rica edebilir miymişim? normalde olsa, bana zamanında öyle büyük bir kazık atmasa -bunu ayrıca bir gün anlatacağım- iş başvurusuna zaten benim selamımla gider, pazartesi günü de işine başlardı. bir an düşündüm, durdum böyle telefonda bi sessizlik oldu, o zaman olan muhabbeti hatırladım, yeniden öfkem bilendi, tabi t. sabredemedi ve sordu "ee yardım edecek misin?" diye. "sence eder miyim?" dedim. "hadi ama biz eski dostuz, senin için çok basit birşey, kızla çok samimisin" dedi. "biz eskiden dosttuk ama ne yazık ki sana karşı artık nötr durumdayım, hiçbirşey yapmayacağım tabi ki, bu benim problemim değil" dedim ve kapattım telefonu.
insanlardaki şu rahatlığı anlamıyorum doğrusu, sıç sıva, başın sıkışınca cherry bana yardım et. oldu gülüm, oldu balım, başka bir arzun, maaşını da konuşayım mı peki, başka halletmemi istediği bi husus var mı? hiç gelemem böyle çıkar muhabbetlerine, sen yaptığın terbiyesizliğe rağmen bir özür dileme, iki senedir bir kere arama, bir de nispet triplerine gir ondan sonra başın sıkışınca ara, eski dostuz muhabbeti çek. yok annem yok, bu konuda benden sana zırnık işlemez. sonra durdum, aradım z. ablayı, dedim sizin şirkete t. adında biri başvurmuş, biraz hatrım varsa almayın onu işe, sürünsün. z. abla da tamam dedi, bir ara ona da anlatacağım aradaki problemi, onun sözünü de aldı hani, kahve keyfinin yanında iyi gider biraz dedikodu diyerek kapattık telefonu. doğrusunu söylemek, hatta itiraf etmek gerekirse, zerre kadar vicdan azabı falan duymadım, gerek yok duygusal triplere girmeye. hiç sevmem işi düşünce arayan insanları, hele ki önceden kalma kötü bir finalimiz varsa mümkünse yaşamasın, hayatımın içinde yer almamaya çalışsın, hatta yörüngeden çıksın.
eğer o arpa tanesi kadar olan beynini biraz çalıştırsaydı bilirdi zaten ölmeyi tercih edip ona yardım etmeyeceğimi. nitekim bu durumda da ölecek olan ben değilim. o da ölmez elbette ama, ciddi anlamda kredi kartı mağduru olur. öte yandan bu hafta izinliyim, evde yatacağım bol bol, ara sıra da gezeceğim falan işte, keyfim yerinde yani. tek sorun, sanki böyle grip olacakmışım gibi bir halim var, olamıyorum da ama, bir garipim. hasta olacaksam olayım da iyileşeyim diyerek bu yazıyı da sonlandırıyorum, okuyan herkese sevgiler, öpücükler. :)

11 Kasım 2011 Cuma

yaşlanıyor muyum nedir, bir garip haller geldi bana

yaşlanıyorum mu nedir anlamadım. birkaç gündür öyle bir alınganlık, öyle bir dalgınlık var ki üzerimde, anlatamam inanın. hapşuruyorum, yanımda olan kişi çok yaşa demedi diye alınıp triplere giriyorum. neredeyse yakasına yapışıp, "neden çok yaşa demedin ha neden. yaşamamı istemiyor musun yoksa, öleyim o halde, hiç mi sevmiyorsun beni Allahsız" diye sitem edesim geliyor. tamam kabul ettim, bu sitem etmekten çok hesap sormaya hatta olayı ajite etmeye daha yakın. işte bunu söylemek istiyorum, ajitasyon var hayatımda.
mesela sabahları işe giderken 10 dakikalık yol yürüyorum, o sırada emekliliğine az kalmış yaşlı memur teyzeler gibi hissediyorum kendimi. sigorta primim dolsa, sonra emeklilik yaşım gelse, onu bekleyene kadar beni şu tramvay ezmese de o günleri görebilsem, sabahları müge anlı izleyebilsem diye içleniyorum. daha bir kez bile tramvayla yollarımız kesişmemiş olsa bile, yine de o alet beni ezecek diye ödüm patlıyor falan. sonra her sabah takıldığım pastaneye gidiyorum, dışarıya oturuyorum, çayımı içerken sigaramı yakıyorum, ilk nefeste öksürüyorum, kendi kendime şu mereti bıraksam iyi olacak diyorum, ama bırakmıyorum. eskiden sabah akşam demeden arka arkaya iki sigara içerdim tık demezdim, şimdi öksürük yapıyor, ona dertleniyorum.
iki gündür grip olacak gibi bir halim var. dedim ya hapşuruyorum, hapşurduğum için kendi kendime söyleniyorum, bunak teyzeler gibi oldum vallahi kendi kendime söylenip duruyorum. geçen haftaya kadar öyle herşeyi kafama takmazdım mesela, dünya minare kıvamında yaşardım, uzun zamandır dert edinme hastalığımdan arınmıştım ama bu aralar incir çekirdeğini doldurmayacak mevzular beni kederlere sürüklüyor. bir de insanların yakasına yapışıp "neden bana öyle dedin, neden böyle baktın haa" diyerek hesap sormak istiyorum hatta bazen soruyorum. eskiden birisi söylediğim şeyi tersinden anladığında "amaaan anlaması bu kadarmış algı kıtı" derdim, şu günlerde "ama bak çiçeğim beni yanlış anladın sen" diyerek nabız şerbetliyorum. en kötüsü de insanlarda en tiksindiğim huyları ediniyorum gibi geliyor, ona kahroluyorum.
sabah kardeşim "abla hava soğuk bak dolmuşa bin şurdan" dedi, dönüp bir carladım çocuğa "sen deli misin on dakkalık yol için dolmuşa mı binilirmiş, şoför enayi der adama blabla" cimrileşiyor muyum nedir anlamadım. tamam bu ara biraz fazla alışveriş yaptım, azıcık tutumlu olmam gerekiyor ama ben hayatım boyunca hiç cimri, üç kuruşun hesabını yapan bir insan olmadım. kendimden korkuyorum açıkçası. eskiden çocukları çok severdim, artık çocuk sesi duymaya tahammül edemiyorum. misal, bugün bir müşteri geldi, yanında dört beş yaşında veledi var, veletin elinde oyuncak bi tabanca, aman Allahım bir oyuncak tabancadan o kadar ses çıkamaz, çıkmamalı dedim kendime. nerden baksan beş dakika kaldılar mağazada ama, onlar gittikten sonra yaprak dökümündeki hayriye hanım gibi başıma yemeni bağlayıp, baş ağrısı komasına girmek istedim. herhade yorgunluktandır değil mi?
bir de birkaç gecedir özellikle deliksiz uyuyamıyorum. arada uyanıyorum, su içiyorum, sigara içiyorum, odaları dolaşıyorum, sonra yatıyorum, sabah ezanını dinliyorum, uykuya dalıyorum ve haliyle sabah alarm çaldığında resmen ağlayarak uyanıyorum. aslında tüm sorunların sebebi sabah uyanma şeklim de olabilir. yüksek sese tahammülüm yok mesela, "aman kıs kıs şunu kafam götürmüyor" diye carlıyorum insanlara. iyice huysuz, çekilmez, aksi bir insan olmaya başladım sanırım ki zaten huysuzdum. haa bir de "sen ne hayırsızsın yaa aramasam arayacağın yok" olayı var, en çok bunu yapmaktan keyif alıyorum bu aralar. aman nasıl bir zevktir bu, karşı tarafın kıvrım kıvrım kıvranması falan, bildiğin dört köşe oluyorum keyiften. şimdi önümüzdeki bütün hafta boyunca izinliyim ve umarım bu salak hallerim yorgunluktandır, yoksa kendim için gitgide sıkıcı bir insan olacağım, korkuyorum.

9 Kasım 2011 Çarşamba

can sıkıntısı arkadaşım olmuş haberim yokmuş

can sıkıntısı nedir bilir misiniz tam olarak? tüm gün, blog şablonlarına baktım durdum, madem kendim çok iyi birşey yapamıyorum, hazır yapılmış olanlardan kullanayım dedim, onu da beceremedim. en sonunda daha da darlandı içim, amaaaan neyime yetmiyor bu eldeki dedim, bıraktım bu işleri de. yani, sevgili bloğuma o çok beğendiğim kedili şablonu uygulamayı bir türlü beceremedim. öte yandan yarın işe gidicem, aldı beni stres. önümüzdeki hafta izinli miyim, değil miyim bilmiyorum. güzeldi kaç gündür fıldır fıldır gezmek, yeni yeni dedikodular dinlemek falan. bir garip oldum, bir üzüntü keder çöktü üstüme. öte yandan da bütün şablon ve blogger destek sitelerinin ingilizce yazılmış olmasına içerledim, öğrenemiyorum yahu yabancı dil, her bir boku hatırlayan beyin hücrelerim bunu hatırlayamıyor işte NE YAPAYIM?
kediler güzel ve tatlıydı, kedi gibi insanım neticede. biraz ilgi, sevgi görsem sırnaştıkça sırnaşıyorum, biri üzerime su dökmeye kalksa önce kaçıyorum, sonra nefretle üzerine atlamak için fırsat kolluyorum. üff bunaldım, mavi-yeşili görür müyüm ki acaba yarın? artık bir an önce zaman geçsin geçecekse, önümüzdeki hafta olsun da izinli olayım. ne kadar sıkıcı ve boktan bir hayatımın olduğuna da dikkat ettim ayrıca bugün. borç üstüne borç yapılmaz a dostlar, yapmayınız. yapınca böyle üç kuruşun hesabını yapıp evden dışarı çıkmaya korkuyorsunuz. en son dün akşam watsonsa uğradım sadece bir ruj almak için, dünyaları kucaklayıp gelmişim eve, sonradan farkettim. evde miskinleşmek çok ucuz, hatta bedava.
en iyisi biraz daha facebook ve twitter kurcalamak, sevmediğim insanların profillerine bakıp onlarla dalga geçmek bile mutlu etmiyor artık beni, eğlenemiyorum. şu kış günlerinde günler kısacık, geceler uzun oluyor, geceleri seviyorum ama o uppuzun geceler de yarın olmayacağı anlamına gelmiyor. son olarak sevgiler, öpüldünüz :)

mahalle teksasa döner, teyze oğlu silah, enişte de balta kuşanır

çocukluk dönemime denk gelen bi olay vardı, dün akşam tekrardan uzun uzun konuşuldu bu mevzu. atraksiyonu bol sülaleyiz, olayımız bitmez aslında, her birimizin başına açtığı belalar hem pistir hem de komiktir. teyzemin oğluna çatmıştı o zaman olaylar. yeni evlenmişti, nerden baksanız on sene evvelin mevzusudur. abim evleneli daha birkaç ay oldu, mahallenin gençleriyle ters düştüler, sebebi ise aynı sokakta dahi oturmayan beş altı gencin gece yarısına kadar onların sokağın köşesinde oturup küfürlü ve gürültülü konuşmaları. abim normalde yumuşak adamdır, amma sinirlendi mi, gözü bir dönüverdi mi de tersi pistir. birkaç kez bu elemanları uyarmış güzellikle, elemanlar arsız ve man kafa anlamamışlar olayı, habire devam ediyorlar gelmeye. en son abim çıkıp bunlara atar yapınca, içlerinden biri "mahallenin tapusunu mu aldın lan!" demiş. e o noktada sokağa çıkıp hadlerini bildirmek lazım değil mi? abim de aşağıya inerken rahmetli eniştemin bastonu kavramış eline, bi arbede yaşanmış, gençler kaçarken abim o atarlanan delikanlının omzunda parçalamış eniştemin bastonu, tabi elemanın omuz da kırılmış iki yerinden.
ertesi gün mahalleye bu elemanların arkadaşları gelmiş, eller sopalı. yengem arayıp haber veriyor durumu ve benim rahmetli büyük dayı el atıyor olaya. abime vermiş beylik silahını "al yanında bulunsun, lazım olur" diyerekten. abim mahalleye ayak basar basmaz delikanlılar boy göstermiş göstermesine de, bizim abi de doldurmuş şarjörü gözlerinin önünde sıkmış havaya bir el. çil yavrusu gibi dağılmış bebeler. aradan iki ay geçmiş ancak bu iki ayda da bizim enişte gündüz uyuyor gece bir elinde balta bir elinde satır dolanıyor mahallede. biri denk düşse doğrayacak adam, her zaman derdi zaten "bana hapiste bakan olur, alışığız biz o damlara" içeri girmişliği vardır, gözü karadır eniştenin de sağlığında görseniz "melek yahu bu adam, nur inmiş suratına, hayatta bulaşmaz belaya" derdiniz. ancak dışı sizi, içi de bizi yakar. zamanının en meşhur insanlarındandır yaşadığı semtte, kurdu kocamış sandılar ama üfüüüü o o zamanlar kuzuları doğramakta kararlıydı da neyse ki Allah korudu. bu iki ay geçtikten sonra abim vermiş silahı dayıya, tabi mahallede de kuru sıkıydı o tabanca muhabbeti almış başını yürümüş.
hal böyle olunca ateşli delikanlılar tekrar dayanmışlar mahalleye, ellerinde sopalar. enişte çıkmış yine bir elinde balta bir elinde satır abim işten gelene kadar dağıtmış kuzucukları ortadan. bizim ihtiyar eniştenin elinde baltayı gören kaçmış evine. e tabi delikanlılığın onda dokuzu kaçmaktır di mi? o arada yengem yine aramış abimi, dayımla abimin iş yerleri yakındır, dayım da sunmuş beylik tabancasını hizmete. daha abim işten çıkmamışken enişte aramış "oğlum sen bana bi av tüfeği alıver, yatırayım hepsini yere, yaşlandık artık tabancayla nişan alamam da saçmayla dinine imanına okurum ben onların" diyerekten silah siparişi veriyor. enişte koymuş kafaya kanla bitecek olay, ya doğrayacak ya da vuracak domdom kurşunuyla. hapise girmekten yana bir sıkıntısı yok, zaten senelerce yatmışım diyor "ekmek elden su gölden" diyerek olayı tatlılaştırıyor. adam neredeyse özledim o yılları diyecek. gece abim eve geliyor, eniştem satır ve baltayla sokakta tur atıyor tabi, asayiş berkemal. eve geçiyorlar falan, oturuyorlar aile saadeti içerisinde ama dayının beylik silahı da orta sehpanın üstünde.
resmen herkes cephanesini kuşanmış, en yakınına koymuş tetikte bekliyor. abim hep bu olay hakkında "benim karım, kız kardeşim, anam var evde, yarın kalkar laf atarlar, gece yarısı edepsiz edepsiz konuşuyor hergeleler" der, aslında haklı da. baştan adam gibi uyarılmışlar ama illa kötekle uyarıcan bunları ya, illa birine birşey olacak ya, neyse ki omzu kırılan eleman dışında kimseye bir zeval gelmedi. şanslılar ki, evde bir tüfek yok, eğer olsaydı bizim enişte balkonu kendisine menzil yapar tek tek avlardı gece vakti adamın kandan korkusu beladan kaçarı yok. her neyse, o gece o elemanlardan omzu kırılan, atarlanan çocuğun babası gelir eve. abime sorar durum nedir diye, abim der "aha bak tabanca burda, ben kitabımın üstüne yemin verdim, karşıma çıkanın kapıma dayananın sıkacam alnına" enişte bakar adama "bildin mi sen beni, senin babanı kumar borcuna rağmen sağ bıraktılarsa, komşumdur, hısmımdır dediğim için" bizim enişte zamanının en iyi kumarbazlarındandı, o alemlerde sözü geçen adammış, öyle anlatır mahalle ahalisi.
delikanlının babası eniştemi tanıdıktan sonra, bi de abimin ettiği iki çift laftan sonra çeker bu elemanların kulaklarını, 18lik yeni yetme bebeler de giderler cilli oynarlar bi daha, bu dava da kansız biter.

7 Kasım 2011 Pazartesi

şeker tadında sohbetler, dedikodular :)

bayramların en sevdiğim günü ikinci günü. bugün her zaman olduğu gibi annemin tarafındaki bütün akrabalar ananemde toplandık. eskilerden, yenilerden, hiç tanımadığım insanların hayatlarından hikayeler dinleyip, dedikodu yapmak, yakın çevrede son iki ayda neler olmuş, kim kime ne demiş, kim kimin kızını istemiş, kızını ona neden vermemiş, kimin kocası metres tutmuş, kimin karısı annesinin evine kaçmış başlıklı haberleri bir bir dinleyip, en sonunda tüm olayları birbirine karıştırıp ortaya karışık gündem hazırladım onlara. eh bu da benden olsun çünkü teyzemler ve dayım anlattıklarıyla hakikaten gülerken yüz kaslarımın ağrımasına sebep oldular. dünyada güzel akrabalar da var.
dün akşam da büyük teyzemle bir aradaydık. eskilerden konuştuk, dedemden babannemden falan bahsettik. bazı şeyler yüzünden rahmetli babannemi iyi hatırlamayı beceremiyorum ama lakabı Muthiş olan dedeme karşı aynı değil hislerim. babannem geri kafalı, dırdırcı, hatta eziyetçi, cimri kaynana rolünü oynarken, dedem külhanbeyi, ama aynı zamanda yufka yürekli, küçük yaştan beri sigara tiryakisi, Tansu Çillerin bir numaralı taraftarı, bastonuyla tek başına iktidar, ihtiyarlığı kabul etmeyen, huysuz ama bir o kadar da komik bir adam. dedemi ölümünün ardından yıllar geçtiği halde halen daha sevgiyle anıyorum. aynı zamanda çok ta küfürbazızdır hani, en sevdiği küfürleri ve argoları; kerhaneci, cinsini siktiğimin soysuzu, avradını sikerim, ursuz köpek (uğursuzun dedemce kısaltılması), sersem meret ve tek bir enişteme karşı kullandığı Sarı Recebin Tohumu. sarı recep amcanın torunu olmak dedeme göre zaten çok kötü birşey ve bunu adama küfür eder gibi söylerdi hep.
asla ama asla iki halam ve amcamda bir geceden fazla kalmaz, o kaldığı gecenin de sabahının köründe eve gelirdi. hem de ne gelmek, minibüsten iner inmez başlardı mahallenin girişinden bağırmaya "geliiiinn abe geliiiiinnnn ben gelirim be ben gelirim" anneme ve bütün ev ahalisine haykırırdı ev sınırlarına giriş yapmak üzere olduğunu. birinci sigarası içerdi, arada tütün sarardı, babannem annem sigara içerken anneme kızıp laf soktuğunda "abe gelin bakma sen ona, onun anası bi cigara içerdi, sabahtan akşama kadar sarmağa yetişemezdim" derdi. babannem ortalığı karıştırıcak olsa "sus be mendebur kocakarı, bunamışsın sen" derdi. babamın dayılarından biri bize gelirdi, haberler çıkınca Çillere laf söylerdi, dedem durur mu "akiff, a kalk siktir git evine pis pezevenk" diye yapıştırırdı lafı. akif dayı gitmezdi, dedem mutfağa annemin yanına gidip "abe gelin kuvarım kuvarım gitmez bu yüzsüz pezevenk" derdi. dedem selanik göçmeniydi.
babam ve amcam için şu açıklaması hep beni hayretlere düşürmüştür "bu ursuz köpekler bi bok bilmez. ne şarap içerler, ne komar (kumar) oynarlar, ne gazinoya giderler" derdi. kumar masasında kaybedip, eve gelip babannemden beşi bir yerdesini istemiş bir keresinde, babannem de annesinin hatırası diye vermemiş. durur mu bizim dede, asıldığı gibi kopartmış babannenin boynundaki kurdeleyi, sonra gitmiş onu da kumar masasında kaybetmiş. maceraları çoktur Muthiş dedemin. bir gece babanne kilitlemiş kapıyı, o zamanlar nerdee böyle çelik kapılar falan, dede gelmiş eve çalmış kapıyı, almamış içeri. meyhaneye gitti diyerekten ceza vermek istemiş ama bizim dede kapıya yüklendiği gibi, kapıyla birlikte içeri girmesi de bir olmuş. hep derdi zaten "hızlı yaşadık biz" diye, o yıllarda hayattan alabileceği ne kadar tat varsa almış işte. başka adamdı Muthiş dedem, yalan sevmezdi, sinirliydi, aksiydi ama merhametli adamdı, akşam çok anınca, burda da yazmak istedim onu, burda da anmak istedim.
öte yandan akşam saati fıkra gibi bir diyalog yaşadım bizim komşuyla. bayramlaşmaya gittik annemle evine, konu konuyu açtı derken sordu bana ada çayı içer misin diye. yok dedim ben sevmem bitki çayları. aynen şu tepki; "a sakın içmeyesin kızım geçen gün internetten baktırdım, insanda cinsel isteği arttırıyormuş, aman Allah muhafaza. ben eskiden veriyodum bizimkilere yok valla vermem artık içmesinler." evet, ya hayal gücü sınırsız ya da ona anlatan daha doğrusu internetten okuyan kişi fazla abartmış ama inanın tepkisini duyar duymaz aralıksız 5 dakika güldüm yeminlen. espri konusu oldu artık aramızda, ada çayı dedikçe amaan içme sakın evlat diye paniğe kapıldı, ama muhabbet çok tatlıydı. yarın çalışacağım, öbür gün izinliyim, umarım yarın mavi-yeşili de görürüm. özledim ya ne yapayım, bir an önce aramızda birşeyler olsun istiyorum. radyodan şarkı falı tutacak kadar sıyırdım kafayı. bunun bir level üstü de falcıya gitmek falan olacak sanırım. bugün arabada giderken powertürk'te şarkı tutmuştum bu şarkı çıktı şansıma. yine fazla gevezelik ettim, okuyan herkese sevgiler ve iyi bayramlar :)
 
↑Yukarı