31 Ekim 2011 Pazartesi

zalımsın hayat; mavi-yeşile isyan!

dün gece abuk rüyalar gördüm. rüya demek masum kalır, düpedüz kabustu yahu. bir süredir iletişimimizin kopmuş olduğu bir arkadaş yine sinsi sinsi düşmanlık yapıyordu bana. adam yemiyor içmiyor, hep fitne fesat sokuyordu insanların aklına. yani gerçek hayatta sesin soluğun çıkmıyor bu güzel de rüyalarımdan uzak dursan diyorum. ben her gece ne kadar dua ediyorum biliyor musun mavi-yeşili rüyamda göreyim diye? adamla gerçek hayatta bir icraatimiz yok bari rüyada olsun artık. ona da edecek iki çift lafım var ama önce rüyamı anlatma kısmını bitireyim. işte bu zat-ı muhterem insan arkamdan milleti dolduruşa getiriyordu, sonra birden bire kendimi bir tünelde, kar yağışı altında teyzemlere bayramlaşmaya giderken gördüm. ama nasıl dehşet verici bir ortam, şu lunaparklarda korku tüneli adı altında sergiledikleri oyuncaklar falan hiç kalır. hızlı hızlı yürümeye çalışıyorum tünelde, bir yandan kafam bu elemanın yaptığı dedikodulara gidiyor, bir aklım mavi-yeşilde (sırf kabusun ortasında bile aklımda olduğu için bana deli gibi aşık olması lazım değil mi bu adamın?) her neyse işte, şiddetli kar yağışı var, soğuktan donmak üzereyim, tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de tinerci tipli insanlar köpek gibi havlayarak üstüme yürümeye çalışıyor.
düşmanlarım! dedim kendi kendime, herhalde adam gerçekten dedikodu yapıyor, arkamdan fitne fesat sokuyor ki milletin aklına, gerçekten düşman kazanmaya başladım. aman ne büyük kazanç, son günlerde en çok ihtiyaç duyduğum şey yeni yeni düşmanlar zaten. gelelim mavi-yeşile. geçen hafta cuma ve cumartesi günü hiç görmedim onu da. hayır, tam niyetleniyorum adama gülümseyeceğim, yeşil ışık yakacağım diye, adam hoop ortadan kayboluyor. nihayet bugün gördüm ama, hiç beklemediğim bir an olduğu için ve son anda farkettiğim için öyle bön bön baktım suratına. ben orada, rüyamı anlatıyorum mağaza sorumlumuza, arkamı bir döndüm, ammannınn! mavi-yeşil geçiyor. şimdi ben nasıl aklımı toparlayayım da gülümseyeyim buna. nasıl akıl edeyim bunu yahu? bekledim sonra bir süre onu, geçmedi bir daha, pes diyorum artık!
tamam, adamın benden hoşlandığı falan garanti değil ama, eğer ki gözümün içine bakarak dna kodlarımı çözmeye çalışmıyorsa var bir şeyler onda da. nedir yani, bu kadar mı zor ki. yahu liseli bebe misin be adam diyesim geliyor, öyle bakışıp duracak mıyız diyesim geliyor. öyle bir huyum var ki, bir süre sonra adamın varlığını unutabilirim, ya da, mavi-yeşil vazgeçebilir. onu istediğim, ondan hakikaten enerji aldığım için de sonunun böyle olmasını istemiyorum. en azından bir süre sevgili olabiliriz, hoş zaman geçirip, incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebepten ayrılabiliriz. sonunu ayrılıkla yazıyorum çünkü evlilik hayal etmek, hem de sadece gördüğüm, adını bile bilmediğim bir adamla evlilik hayal etmek benim bile hayalgücü sınırlarımı zorluyor. isyanım sana mavi-yeşil, isyanım sana hayat! onlarca ay carrefour market kasasında karşılaştık biz bu adamla, onlarca kez tesadüfen aynı sokakta yalnız yürüdük, ben aşık olmaya niyetlenince mi aksilikler çıkartıyorsun he? zalımsın hayat, anlamıyorsun sevenlerin dilinden.

30 Ekim 2011 Pazar

herkes herkessiz yaşayabilir!

bugün aklıma takıldı, boş durduğum her saniye de bunu düşündüm iş yerinde, "sensiz yaşayamam" dediğim pek çok kişi hayatımdan çıktıktan sonra yaşayabildim, kendi kendime bugün "bak yaşanabiliyormuş işte man kafa!" dedim. aynı şey "sensiz yapamam" dediğim kişiler için de geçerli, yapabildim, yapabiliyorum. tıpkı onlar olmadan da yaşayabildiğim gibi. enteresandır, insan çok sevdiği birini kaybedince, sevgilisinden ayrılınca ya da çok yakın bir dostuyla yollarını ayırınca, o olmadan hayattan zevk almayacağını düşünür. hep bu yüzden de "sensiz yaşayamam" "sensiz olamam" "sensiz yapamam" gibi, gidenin egosunu galaksi kadar şişiren, kalanı da zavallı, aciz, bitik kılan cümleler sarfeder. BOŞ YERE! evet, boş yere diyorum çünkü o insan hayatından çıktıktan sonra üzülüyorsun bir süre, tamam çok canın acıyor ama onsuz yaşayamayacak duruma gelmiyorsun. en basiti, bağların koptuğu günün gecesinde yatakta uyurken ani bir şekilde ölmüyorsun. ağlıyorsun, uyuyamıyorsun falan ama, en sonunda unutuyorsun. hayatın kanunu bu.
bana bensiz yaşayamayacağını söyleyen birkaç kişiden ötürü biliyorum bu egonun şişmesinin nasıl birşey olduğunu. adam orada bana bensiz yaşayamayacağını belirten cümleler kurarken ben alaycı alaycı bakıyorum yüzüne ve sadece "üzülme, herkes herkessiz yaşayabilir" diyorum. o da "öyle değil işte" diyor ve ben sıkılıp gitmem gerektiğini çok işimin olduğunu söyleyerek uzaklaşıyorum. ama, hakikaten içimden kahkahalar atıyorum çünkü ben o olmazsa yaşanılamayacak kişiyim, ben çok önemli ve özelim. haha, bu ne küstahlık değil mi? gelelim "herkes herkessiz yaşayabilir" cümlesine, o anda alaycı söylüyorum, "evet mısır püskülüm, gerçekten bensiz yaşayamazsın ama bu aptal cümleyi de sırf teselli olsun diye kuruyorum zaten" der gibi bakıyorum adamın gözünün içine ve zavallım korkarım hakikaten bensiz yaşayamayacağını düşünüyor zaten doğal olarak o anda. ne kadar ukalayım değil mi? ama gerçekten canlarım, herkes herkessiz yaşayabilir, yaşıyor da pek tabii.
neden kendime en başta MAN KAFA dedim söyleyeyim mi? defalarca "sensiz yaşayamam" cümlesini duyup, kendimi evrenin tek hakimi ve o insanın nefes alma şansı gibi hissettikten sonra, onsuz yaşayabileceğimden, hatta belki daha da iyi olarak yaşayabileceğimden emin olduğum onlarca insana aynı zırvayı ben de yaptım çünkü. doğal olarak kendimi aciz, ezik, zavallı durumuna düşürdüm. YOK YERE! yok yere diyorum çünkü, en baştan beri yüzlerce kez söylediğim gibi herkes herkessiz yaşayabilir. bir süre üzülüp sonra normal hayatıma geri döneceğimi bile bile, mevzu bahis olan kişinin de tarihin tozlu sayfalarına gömüleceğini bile bile, azıcık acı çekmekten yüksündüm, gittim kendimi rezil hallere soktum. halbuki kısa ve net olarak "evet sensiz de yaşayabilirim ama, sen olsan güzel olurdu hani" türünden, ne şişi ne de kebabı yakacak güzel cümleler de var elbette. yapmayın kuzular, bağları koparttıktan sonra sizin ne halde olacağınıza aldırmayan insanları gözünüzde pireyi deve yapmak misali büyütüp, kendinizi ezecek, alçaltacak cümleler kurmayın. kendisini dev aynalarında görürmüş gibi büyük, ulu, yüce hissetmesine ve sizi hakir görmesine izin vermeyin. zaten sizin ne durumda olacağınızı düşünse kopartıp atmazdı bağları, bir de durduk yere kendisini yaratılışın tek doğrusu, tek mükemmeli hissetmesini sağlamayın olur mu?

29 Ekim 2011 Cumartesi

hayali pembe dizi

bu aralar nerede olursam olayım canım sıkılınca hayal kurmaya başlıyorum. öyle zengin olayım, şöyle evim olsun bu model arabam olsun gibisinden değil. şimdiki zamanda yaşayan, benden farklı bir kızın hayalini kuruyorum. adı falan da sabit hani, sevgilisi var kızın, kafamdaki bu iki karakterin bir de ortak arkadaşları var ama kıza daha yakın biri bu. kendimi öyle bir kaptırıyorum ki bazen bu hikayeye, adam kızı üzdüğünde ağlayacak gibi oluyorum. sanırım biraz salağım bu konuda, yahu zaten olaylara ben yön veriyorum bu mercimek kadar beynimin içinde, neden üzülüyorum bilmiyorum. ayırıyorum bu iki karakteri ara sıra, olan zavallı ortak arkadaşlarına oluyor, dert dinlemekten kafası fıçı gibi oluyor kızcağızın, bazen adam aldatıyor kızı, öfkeleniyorum, elime geçirsem seni oyacağım o çipil gözlerini diyorum falan. sonra adam çok pişman oluyor, kızın kapısının önünde yaşıyor resmen, kız çok insaflı olduğundan kıyamıyor adama alıyor içeri, adam yalvarıyor, kızın saçlarını yüzünü, ellerini öpüyor af diliyor, bizim salak ta ona beni çok aldattın diyor, direnmeye çalışıyor, adam yeminler ediyor bir daha olmayacak diyerek, kızın yüzünün her tarafını öpüyor ama ilk öpücük hep gözlerinden başlıyor derken bizimkiler sarmaş dolaş televizyon izliyorlar uzanıp.
en çok komiğime giden, bu ikiliye kendim yön verdiğim halde, çok romantik ve bir o kadar da ajitasyonlu bir filmi ilk kez izliyormuşum gibi heyecan yapmam, arada adama kızıp küfretmem, arada kıza salaksın sen demem, arada ortak arkadaşlarına kızıp şu adamla bi konuş da akıllı dursun iki dakka olm diye çıkışmam. nasıl bir kaptırıyorsam kendimi, ben gece yatağıma uzanıyorum, yorgana sarılıyorum ısınayım diye, gözlerimi kapatıyorum adam kıza sarılmış oluyor, başlıyorum yine romantik pembe dizi çekmeye. anlayamıyorum, ya deliriyorum tam olarak ya da içimde sevilme özlemi var. her neyse, sevilme özlemi deyip te kendimi ajitasyona sürüklemeyeyim gece gece, zaten yatınca bir sürü hayal kuracağım salya sümük ağlamalı. öyle bakmayın ekrana doğru mu okuyoruz diyerek, bir keresinde adam kızı aldattığında, kız bunu öğrendiğinde salya sümük ağlamıştım resmen.
ama kararlıyım, bu ikiliyi en kısa zamanda evlendirip, adamı karısına aşık, kul köle, gözü başka kadın değil başka insan görmeyen bir adam yapacağım. olmayanlara inat pamuk gibi, kız ne dese peki sevgilim diyen kılıbık bir koca olacak, kaçarı yok! şimdi sürsün sefasını sürsüüünn, kesebildiği kadar kaçak et kessin bakalım beyimiz dışarıda, hele bir evlendireyim onları, hele bir atsın o imzayı var yaaa, insanlık adına kadınların intikamını alacağım. evinin erkeği, bebesinin babası olacak bizim çapkın. kızın aşkından sürüm sürüm sürünecek daha, madem ki gerçek hayatta dize getiremiyoruz biz bu adamları, ne yaparsak yapalım tam bağımlılık yaratamıyoruz beylerde, yanımızdayken öndeki kızın vücut hatlarnı incelemeye alabiliyorlar madem, ben de bir erkeği tüm yanlışlıklardan arındırıp, hayalimde mükemmel sevecen, ultra sadık bir koca haline getiririm işte böyle. asırlardır aldatılan, evlenince ev eşyası muamelesi gören bütün kadınların intikamını almaya yemin içtim. varsın gerçek olmasın, ben hayali bir pembe dizide bir erkeğin bir kadının önünde diz çöktüğünü izleyeyim O BİLE YETER BE!

28 Ekim 2011 Cuma

yarın Cumhuriyet Bayramı'nı kutlayalım biz olur mu?

bütün hafta sosyal medyadan vatan kurtardık, yardımsever insanlar olduğumuzu kanıtladık şimdi sıra Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının yas nedeniyle iptal edilmesini protesto etmekte. sene 1937, Gazi Mustafa Kemal Paşa ağır hasta, doktorlar törenin yapılmamasını, kendisini yoracağını söylüyor fakat Atamız kutlamaların iptal edilmemesini, moral olacağını söylüyor. biz de yası bahane edip kutlama iptal ediyoruz NE ACI! resmi rakamların 24+3 olarak açıkladığı 27 şehidimizin anısına, onları da anmayı unutmayarak anlı şanlı bir kutlama yapmamız gerekirken biz yas var deyip kutlamaların sade olmasını ya da iptal edilmesini planlıyoruz, ne gaflet!
evet, vanda deprem oldu ve yüzlerce insan hayatını kaybetti. 17 ağustosta olan depremi komutanların o gece eğlencede Kuran yakmasına Kuran'ın sayfalarını yırtıp atmasına bağlayan zihniyet mi Cumhuriyet Bayramı'nın kutlanmasını Van depremi sebebiyle erteliyor. milliyetçi vatandaşlarımızın, depremle alakası olmayarak, 27 şehidin yasını tutmasını faşistliğe bağlayan da bu zihniyet midir? nazarımda, bu yıl tüm şehitlerimizin anısına Cumhuriyet Bayramı coşkuyla kutlanmalı, kutlanmalıdır. sizin yasını tuttuğunuz canlar, Allah'ın takdir ettiği deprem felaketiyle hayatlarını kaybettiler, bunu bahane edip te kutlamadığınız Cumhuriyet Bayramı ve bu ülkenin bütünlüğünü koruyabilmek adına da o askerler günahsız yere öldüler. meraklardayım, sizce hangisi daha vahim. doğal afetlerden dolayı insanın hayatını kaybetmesi mi, yoksa vatanını hiçbir çıkar beklemeksizin korurken kahpe terör kurşunuyla askerin ölmesi mi? cevabı bende hep askerleri gösteriyor, sizleri bilemem.
şimdi, askerlerin ölmesine daha çok üzüldüğümü belirttiğim için içinizden pis faşist diyerek okuyacaksınız belki bu yazıyı. ama canlarım depremin vanda olmuş olmasıyla pek alakadar değil bu düşüncem, aynı deprem antalyada da olsa, izmirde de olsa aynı hisler içerisinde olacağımdan şüphem yok. her neyse, geçtim bu yazıyı ne düşünerek, beni gözünüzde nasıl canlandıracağınızdan da, gaflete düşmeyelim, milli bayramları kutlamamak için bahane üretmeyelim olur mu? bizler Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın emanetini taşıyan gençleriz, onun da dediği gibi Cumhuriyeti onlar kurdu ama bizler yaşatacağız ve yücelteceğiz oldu mu? hiçbir bahane engel olmasın yarın bize, bursada yaşayan okuyucular varsa bildiririm yarın saat 12:30da heykel Atatürk anıtı önünde Cumhuriyet Bayramı yürüyüşü için toplanıyoruz. katılmak isteyenleri de bekleriz, sevgiler.

27 Ekim 2011 Perşembe

kod adı: mavi-yeşil!

sık sık karşılaştığım ve derecelendirme yaptığım "en yakışıklılar" listesi var. tabi ki bunlar benim gördüklerim, liste esnektir, yeni birilerini keşfettiğim anda sıralamada değişiklikler olabilir. adamları çaktırmadan süzerim -ki ben çaktırmadığımı düşünüyorum, onlar durumu çakıyor mu bilemem- ya listedeki sıralamalarında değişiklik yaparım, ya da sabit yerlerinde bırakırım. oyun haline geldi bu durum artık benim açımdan, bir nevi yakışıklılık yarışması, tek sorun yarışmacılarının haberinin olmaması, bu da o kadar büyük bir sorun değil. sıralamadaki adamlardan herhangi birine karşı birşey hissetmezdim, ta ki kod adını mavi-yeşil koyduğum adamın ilgisini hissedene dek.
adını bilmiyorum, bilsem zaten facebooktan yedi ceddini araştırırdım ya, öğrenemedim. o yüzden kod adını mavi-yeşil koydum, o da gözlerinin yeşilimsi mavi olmasından kaynaklanıyor. öyle tatlı, öyle güzel gözleri var ki, aaaahhhh ah! diyorum, şu an aklımda gözleri canlanıyor. bu elemanı aslında yıllardır bilirim. en yakışıklılar listesinde son sıralardaydı hep. karşılaşırdık, acayip cool yapardım, o da beni sallamıyordu zaten, ben de bak bak bu bana hasta oluyor triplerine girmesin de popişi kalkmasın diye bakmıyordum adamın yüzüne. yıllarca markette, sokakta, eczanede falan karşılaştık durduk, ikimiz de oralı olmadık. öyle bir anlattım ki, şimdi okuyan da bu postu adamın kollarının arasında yazıyorum sanacak. her neyse dönelim mavi-yeşil'e. geçtiğimiz ramazan bayramına bir hafta kala, ben hem tadilatın verdiği yorgunluktan, hem de gece geç saatlere kadar çalışmanın verdiği uykusuzluk ve bakımsızlıktan, saçlarım tepemde darmadağınık topuz vaziyette, makyajım güzeldi ama makyajıma laf etmeyeceğim, yorgun, bezgin, bitmiş halde mağazanın girişinde öylesine pasajdan geçenleri izlerken bu ve arkadaşları göründü ufukta. daha uzaktan bakmaya başladı, anlam veremedi yorgun beynim, öyle bön bön baktım yaklaşarak gözümün içine bakan adama.
onlar bizim mağazanın önünden geçerken, çay ocağının diafonuna yürüdüm, merdivenin hemen yanındaki duvarda asılı durur diafon, mavi-yeşil de iki adım kadar önümde. arkasını dönüp baktı yüzüme yürürken, bakalım dedim, altın kural işleyecek mi? altın kural şu; eğer ki adam merdivenden çıkarken arkasını dönüp bakıyorsa, ilgisi var. bakmıyorsa, yüzünde ya da kıyafetinde abuk bir durum var tatlım, git bir boy aynasında bak kendine. ben diafonu tıklayıp çaycıya ulaşmaya çalışırken, bu merdivenden iki basamak çıktı ve dönüp arkasına tekrar baktı! altın kural, ilgileniyor demektir. üzerinde sarı lacoste tişört vardı beyimizin, esmer tenine pek yakışıyor doğrusu. ilk gün anlam veremedim yine de, amaaannn yakışıklılığına güvenen çapkının tekidir boşver dedim. ertesi gün yine geçti, ondan sonraki gün yine... bazen onu haftada bir görebiliyorum, bazen her gün, bazen iki günde bir.
bir keresinde mavi-yeşil bir hafta kadar görünmemişti ortada, ertesi hafta pazartesi günü refleks olarak pasajın merdivenlerinden birinin olduğu tarafa doğru baktım. eneeee, mavi-yeşil geliyor, içimde havai fişekler patlıyor. yine baktı gözümün içine, uzun uzun, yanakları hafif kırmızıdır, esmer tende güzel duruyor her zaman söylerim, böyle bakışları bir tatlılaştı, sanki benim o an utanmaktan kızardığımı hissetti gibi, hafif tebessüm etti, orada gülümsemeliydim aslında, bazen çok mal olabiliyorum. bir keresinde de bizimki yine geçti, bakıştık hafif, aradan onbeş dakika falan geçti bunun gittiği yöne doğru baktım, refleks olarak ama o an kafamı uzatsam başım mavi-yeşilin göğsüne değecekmiş gibi yakındık. gözüme baktı yine, gözüne baktım ve nefes almayı unuttum. vücudumdaki bütün kan sanki başıma hücum etti o an, alev alev yandı yüzüm, kızardığımı hissettim. o olabildiğince yavaş yürüyerek geçti gitti, bense arkadan bakakaldım.
bir keresinde de arkadaşını parfüm alması için getirdi. aman o nasıl bir heyecandır, nasıl bir paniğe kapılmaktır. bildiğim herşeyi unuttum sanki. ben mağazanın girişinde bekliyorum, mağaza sorumlumuz yanımda, onlar karşıdan geliyor, geliyor, bize doğru yürüyor. Allahım, ne olur bir sakarlık yapmayayım, ölmeyeyim, nefes almayı unutmayayım ve kekelemeyeyim. hiç beklemiyordum doğrusu o an. arkadaşıyla geldiler mağazanın önüne, mağaza sorumlusu cherry baksana canım dedi. içeri geçtim, arkadaşı da geldi ama mavi-yeşil kapının önünde, camın arkasından arada gözüme gözüme bakarak arada etrafa bakarak bizi izliyor. bankonun arkasına geçmem lazım, ondan önce arkadaşının hangi parfümü istediğini bilmem lazım. bu kadar soru işaretiyle boğuşurken, aynı anda da dua ediyorum Allahım ne olur sen bana mukayet ol da şu rafları sakarlık yapıp başımıza indirmeyeyim diye. neyse ki, ağrısız sancısız, kalp çarpıntılarıyla ilgilenebildim arkadaşıyla. sakarlık yapmadım, kekelemedim ama eminim arkadaşı hissetti ne kadar heyecan yaptığımı.
bugün de mavi-yeşille karşılaştık, aslında sık denecek şekilde karşılaşıyoruz, doğrusu o bizim pasajdan geçiyor hep bakıyor, arada hafif tebessüm ediyor. ama daha bir icraat yok, biliyorum adamı görünce iki saniye gözüne bakıp kafamı çevirmesem belki bir icraat olacak. hafif bir tebessüm edebilirim mesela, bir işaret baabında. evet, ama bugün karar verdim, mavi-yeşile yeşil ışık yakacağım, inşallah diyorum, kendimi ona hazır hissediyorum. dua edin olur mu siz de, mavi-yeşil harekete geçsin artık!

bu şarkı da mavi-yeşil için gelsin olur mu?

26 Ekim 2011 Çarşamba

bitmedi bu mahalle baskısı


sıkıldım... dedim. sıkılma, insanlar yanlış düşünür dedi. durdum, gözünün içine baktım ve koca bir YUH dedim. efenim, bahsettiğim zat, hayatını elalemin ne diyeceği, ne düşüneceği gibi hastalıklı mevzulara göre kurgular. tepki çekmesi muhtemel olan mevzularda susup sırıtır hayatta ne düşündüğünü söylemez, karşı komşusu nasılsın diye sorsa hep "iyiyim" der, kötü bile olsa, kahrından ölse bunu belli etmez çünkü insanların iyiyim yanıtını almadıklarında çeşitli fikirler yürütüp sebebini olmayacak şeylere bağlayacağına inanır. kısacası, olası her türlü dedikodudan kaçınır kendince. bazen onu kızdırmak için "şimdi sen bunlara hep iyiyim diyorsun ya, kim bilir iyiliğinin sebebini nelere bağlıyorlardır üfüüüüü allah bilir dün gece senin taş gibi bi adamla şokella partisi yaptığını düşünüyorlardır" gibisinden takılırım. o da ciddiyetle dönüp "dalga geçme be mal" der bana. böyle geçinip gideriz.
geçen gün tekel bayiden sigara alırken zamlardan bahsettik biraz. yakındım marlboro blue ice'ın dokuz lira olmasından, bu çekiştirmeye başladı kolumdan hadi gidelim diye. çıktık "nooldu ya dellendin mi yine" dedim, "kızım saf mısın ne şikayet ediyon zamlardan adama, fakir sanacak parası yok sigara almaya ama sürmüş yüzüne boyaları diyecek" dedi.güldüm, katıla katıla güldüm sokak ortasında. bu sefer ekledi bizimki "gülmesene be, millet bakıyo zaten" diye. "ah be kuzum, ersin amca yabancı mı, param olmasa bile sınırsız kredim var burda bilmez misin? aynı zamanda duyan da çok zenginiz sanacak, ulan tek bir yatırımım var kenarda o da bir çeyrek altın" dedim. o da güldü bu sefer eklemeyi de unutmadı "ama olsun olur olmaz yerde öyle konuşma sen yine de" dedi. yine güldüm.
eğlenceli oluyor benim için onun tepkilerini izlemek ama onun için üzülüyorum. hep söyler "senin şu amaaannn çok ta fifi mantığın yok mu onu hem seviyorum hem kıskanıyorum" diye. bu kadar umarsız olabilmeme hasta oluyormuş. o da böyle olabilmek istiyormuş, olamıyormuş. evet olamaz, çocukluğundan beri "elalem ne der sonra kızım" "aaa ayıp ayıp milletin ağzına laf verme" telkinleriyle büyümüş bir insanın yetişkinliğinde çok farklı, mahalle baskısını aşmış birisi olabilmesi çok zordur. sınırları zorlasa dahi, olamaz. hep aklını kemirir elalemin ne diyeceği. ben bu "mahalle baskısına" dur diyeli, ben bu "elalem ne der sonra"ya "çok ta fifi" demeyi başarılı hayli zaman oldu. ergenlik bitip de aklım başıma erdiğinde, az buçuk da sorumluluk yüklendiğinde üzerime çok sevgili elaleme de destur çektim kendimce. sonra olanlar oldu zaten, elalemin ne diyeceğini bırak elalem kavramını sallamaz oldum.
bazen bu kadar umursamaz olmam normal mi, yoksa bir anormallik mi var bilmiyorum. ama insanların hayatlarını elalemin ne diyeceğini düşünüp hesaba katarak yaşaması çok enteresan ve yorucu. sizin dışınızda, hiçbirşeyiniz olmayan bir otorite var ve sizin sırf bu insanlar yüzünden yaşam tarzınıza, kafanızın içindeki düşüncelere, duygularınıza dikkat etmeniz gerekiyor. zaten olmayan özgürlüğünüz, hiç umrunuzda olmayan insanların ne diyeceği de göz önünde bulundurulunca iyice küçülüyor. yazık oluyor yahu, hem o ahali boşa enerji harcıyor hem de bizim mahalle baskısı, elalem otoritesinden sıtkımız sıyrılıyor.

25 Ekim 2011 Salı

bana bir daha yaklaşma!

içimden nasıl küfürler patlatmak geliyor biliyor musunuz? bilmiyorsunuz. böyle, erkek ağzı gibi, öfkeli, kavgacı, belalı bir erkeğin ağzından çıkar gibi. verilen emeğin, zor günlerde edilen yardımın, sevmenin, baba yarısı gibi görmenin, güvenmenin karşılığını yağlı kazık olarak geri veren insanı öldürmeyerek, ama öldürmekten beter ederek, canının en çok acıyacağı yerlere vurup, onu en çok kahredecek yerlerden kanatır gibi. bir türlü anlatamıyorum içimdeki kızgınlığı, kırgınlığı, öfkeyi. anlatamıyorum içimdeki sevginin nefrete dönüşen o keskin halini. anlatamıyorum büyüttüğüm güvenin yerini nasıl hayal kırıklığına bıraktığını. canımın en çok nereden acıdığını. tek istediğim şu an, onun o düşüncesiz, bencil, çıkarcı kafasını karşıma alıp, canının en çok acıyacağı noktalara dokunarak küfretmek, öfkeden ağzımdan tükürükler saçarak aciz düşüncelerini aciz stratejilerini bir bir yüzüne vurmak. ve istediğim, onun dirhem dirhem, sakin sakin geçmiş zamanlara gitmesini sağlayıp, insanlığından utanışını izlemek.
hayatımda hiçkimsenin canımı bu kadar yaktığını hatırlamıyorum. hayatımda hiç kendimi çok güçsüz olduğum halde güçlü görünmek zorunda hissettiğimi hatırlamıyorum. ben hayatımda hiçkimseye karşı bu kadar savunmasız, sığınmasız kalmadım. yaşadığım çevre beni hep strateji izlemeye sevketti ama hiçkimseye karşı bu kadar büyük güven duyup hiç bu kadar savunmasız kalmadım. bir anda, ani ve şok gelişmeler karşısında kaldığım çaresizliğe mi yanayım, babam ve kardeşimden sonra en çok güvendiğim insan tarafından bu kadar hayal kırıklığına uğratılmış olmama mı üzüleyim bilemedim. haftalardır tetikte yaşamak nasıl bilir misiniz? bir pişmanlık konuşmasını bir af dilemenin hayalini kurmanın ne olduğunu bilir misiniz? günlerce kendinizi uyuyup uyanınca geçecek diyerek kandırdınız mı? uyuyup uyanınca geçmedi işte. ailece, hepimiz aynı kasveti taşıdık içimizde, aynı kederi ancak birbirimize belli etmedik. çıkar yol bulmak için çeşitli kapıları zorladık ama, olmadı bazıları. yine de zorlamaya devam ediyoruz ama 23 yaşımda, sırf stres atmak için açmış bulunduğum bu bloğa bile anlatamamak yaşananları, tüm geçmişle birlikte nankörlüğün de yükünü omzumda taşımanın ağırlığını buraya bile yazamaz oldum. her deneyişimde geçmiş zor günlerden bahsetmeyi, gözlerim doluyor, elim şiddetle basıyor klavyedeki tuşlara. en yakınım olması gereken ama müdafa amaçlı en uzağıma koyduğum insanlara duyduğum öfkeyi dalga dalga hissediyorum bedenimde. sonra vazgeçiyorum buraya yazmaktan da, dilim anlatmaya cesaret edemiyorsa, elimi de yazmamaya zorluyorum.
fakat öyle bir durum ki, yapılan haksızlıkları, yaşanan zor ve acı günleri vicdanımda ve aklımda her dakika tekrar tekrar yaşıyorum. kendi kendime, yalnızken bile dile getiremediklerimi buraya yazmamak için savaşıyorum. bir başlarsam eğer, bir daha sonu gelmeyecek ve ben o insanlardan çok daha fazla nefret edeceğim, en iyisi susayım diyorum. kendi kendime sürekli kavga ve hesaplaşma halinde olduğum tüm bu insanlara bana bir daha yaklaşmayın diyorum... yaklaşma..

24 Ekim 2011 Pazartesi

ben hep yanındayım tamam mı?

böyle aşkın da ızdırabına diyorum son günlerde. onlarca mail yazdım, taslak olarak duruyor orada, bir cesaret gönderilmeyi bekliyor. hepsinde farklı cümleler kullanmışım ama hep aynı şeyleri yazmışım aslında, yani cesaret edip de tek birini bile göndermem yeter benim açımdan. konu basit, tahmin edersin zaten söylemek istediklerimi. "senin yokluğunu tüm zerrelerimde hissettiğim her anda, başka insanlar almak istedim hayatıma. benim yarım kalan hayatımı başka hayatlarda bütünlemek istedim. olmadı, bunu biliyorsun çok denedim ve her seferinde yanıldım." bu cümlelerin bir işe yarayacağını bilsem, beni bütün seni kusursuz kılacağını bilsem aslında hiç durup düşünmeden, gurur denilen olguyu zerrece önemsemeden yazarım, anlatırım sana zaten biliyorsun. ama ben bu aşka olan inancımı, bize olan bütün güvenimi çoktan yitirdim sevgilim, tek yapabildiğim çaresizce Tanrı'nın bir gün bir şekilde bir yerde ikimizin de kontrolü dışında bizi yeniden kavuşturacağı günü beklemek şu aralar.
dün gece, ondan önceki her gece gibi yatağa uzandıktan sonra, uykuya tembellik edip teslim olmayarak, seni yanımda beni dinler vaziyette hayal ederek anlattım içimden hissettiklerimi, sen olmazken yaşadıklarımı. bana çok kızacağını bildiğim şeylerden de bahsettim, seni içimden söküp atsın diye tanıdığım, körü körüne bağlanmaya çalıştığım ama aşk dolu ahenki bir türlü yakalayamadığım adamları da anlattım. her birinin en azından bir özelliği sana benziyordu. mesela bir tanesinin gözleri senin gibi simsiyahtı, iri iri ve uzun kirpikleri vardı ancak senin gibi bakmıyordu ki bana. o adam bana baktığında, damarlarımdaki bütün kan beynime hücum etmiyordu, yüzüm yanmıyordu alev alev ve en önemlisi o gözümün içine bakarken yüzümü ellerinin arasına almıyordu. ben de öpmüyordum avuç içlerini aşkla, şefkatle. sırf bu yüzden sen olamıyordu bu adam ve günbegün bana daha itici, daha soğuk, korkunç bir canavar gibi görünüyordu.
bu yaptığım aslında en büyük adaletsizlik biliyorum, zaten yeterince suçluluk duygusu var üzerimde, bir de her gözümü kapattığımda kaşlarını çatıp "çok kötü şeyler yapıyorsun ufaklık" deme lütfen. öncelikle, sana cesaret bulamayıp, başka insanlarla seni unutmaya çalıştığım için en büyük haksızlıklardan birini bu aşka yapıyorum. sonrasında da, onlar ilk flört dönemi diye heves ederken, gizli gizli her hareketlerinde seni aradığım, o adamları aslında aşağıladığım için onlara hiç adil davranmıyorum farkındayım. ama hayat da hiç adil değil, aşk da hiç adil değil. kızma yine ne olur, bilirim hayattan sürekli şikayet eden insanları sevmezsin. her zaman bana elimdekilerden dolayı mutlu olmam gerektiğini söylerdin, yine sözlerin çınladı bak kulaklarımda. aslında ben ne zaman hayattan şikayet etsem senin sesini duyuyorum ya, bu yüzden şikayet etmeyi seviyorum. ama bir de şöyle düşün, ben elimde olmayan, elimi tutmayan, yanımda olmayan birinin yokluğu yüzünden şikayetçiyim. o halde bu sefer bana kızmamalısın bayım. öyle yine kaşlarını çatıp yüzünü yüzüme yaklaştırarak "kelime oyunu yapıp haklılığını ispatlama" deme lütfen haklı olduğumu sen de biliyorsun. yüzünü yüzüme yaklaştır yine ama, kızmak için değil işte.
gördüğün gibi ben son derece alışmış durumdayım aslında yokluğuna. arada seninle konuşuyorum, tamam tamam kızma diyorum kendi kendime, bazen eski günlerden yaşadıklarımızı düşünüyorum, son sahneden sonra devam ettiriyorum hayalimde, sonunu beğenmiyorsam yeniden yazıyorum falan, kendi kendime gibi görünse de son derece senin hayalinle yaşıyorum yani. bilemiyorum bunun için ne diyeceksin, bu gece soracağım sana hayalimde tüm bunları zaten. biliyorsun yeri ve zamanı, tam uyumadan önce bekleyeceğim sevgilim. biliyorsun zaten, ben her zaman senin yanındayım, ama unutma varlığımı ne olur.

23 Ekim 2011 Pazar

aklıma gelene anlam yükledim


belki bir gün bir bülent ortaçgil şarkısında buluşuruz, olmaz mı? öyle tatlıdır ki gerçek hayattan uzaklaşıp, bülent ortaçgilin sesi eşliğinde gözlerinizi hafif kapatıp kendinizi hayallerin koynuna bırakıvermek. öyle tatlıdır ki bir an kim olduğunuzu, ne yaptığınızı, bugün günlerden ne olduğunu unutuvermek. kendimi, olmak istediğim insandan ziyade olmak istediğim her canlıya her nesneye dönüştürebiliyorum hayalimde. bazen, zamanın akıyor olmasına aldırmayıp bir küçük kız oluyorum, bazen kendi neşesinden sürekli şarkılar türeten, başka canlıların beğenip beğenmediğini önemsemeyen bir cırcır böceği, bazen kime dokunsam uğur getirecekmişim gibi uğur böceği, bazen bir akvraryuma hapsedilmiş, çaresiz, turuncu bir japon balığı.
ruhumu çeşitlendiririm böyle böyle, eskiden kızdığım ve hırsımı alamadığım insanlarla kafamda kavga ederek hayal kurardım. bıraktım artık bunu, en az uyuşturucu kadar kötü bir alışkanlık çünkü. daha da sinirleniyorum, uykum kaçıyordu, rahatlamaya adapte olamıyordum ve bazen günlerce kafamın içinde o insanla kavga ediyordum. azıcık olan sabrım iyice tükeniyordu, buna paralel olarak da öfkem daha çok artıyordu. ben şimdi çok sinirlendiğim zamanlar, hayalimde bir japon balığıyla ya da vişne ağacıyla konuşuyorum bazen. delilik mi? evet biraz delilik olabilir ama, hayat da çok akıllı olarak çekilmez ki zaten. olduğu kadar diyorum artık, olduğu kadarıyla oldurmaya çalışıyorum. kimse çok acımasız değil bu hayatta, yeter ki gözlerine bakarak konuşun insanların.
geçen gün cadde kenarında otururken diğer banklarda oturan insanların hayallerini ve akıllarından geçenleri tahmin etmeye çalıştım. tabi ki bundan onların haberi yok, yoksa benim deli olduğumu düşünürler, oysa ben deli değilim. sadece insan ve evren hikayelerine biraz fazlacana meraklıyım. kır saçlı, yaşlıcana bir amca oturuyordu az ileride, kesinlikle memur emeklisiydi ve gazetede okuduğu şehit haberlerini okuyup kendi kendine yeni nesile küfrediyordu. yeni nesil olan herşeye, adalete, yönetime, gençlere ve hayata. onların zamanında, yaşamanın daha onurlu olduğunu düşünüyordu. o onun fikri, ben yorumladım sadece.
az ileride ağzı kulaklarında olan genç kız, 18-20 yaşları arasındadır muhtemelen, ağzı kulaklarında bir vaziyette biriyle mesajlaşıyordu. muhtemelen yeni biriyle tanışmış, flört aşamasındalar ve bu kişinin çocuklarının babası olacağını hayal ediyordu. hem mesajlaşıp hem de gelecekteki kocasına ne yemekler pişireceğini planlıyordu. halbuki hayat, insanların plan yapmasından hiç hoşlanmaz. Tanrı da, bizler yeryüzünde plan yapıp hayal kurarken sadece gülümser. akışına bırakmsı gerektiğini, bir daha bir insana bu kadar çok anlam yüklememesi gerektiğini anlayacak er geç. şimdilik gerçek payı taşıyan hayaller kurarak mutlu olsun.
yanıma oturup, sigarasını evde unuttuğunu söyleyerek benden bir sigara isteyen 40-45 yaşları arasındaki ablaya getirmek istiyorum sözü. muhtemelen, az önce bankadan üniversite okuyan çocuğuna para gönderdi ya da askerdeki oğluna. sigarayı yakıp, derin derin nefesler çekerek kara kara düşünmeye başladı abla. geçim sıkıntısı ve az parayla yaşama çabasını yüzünün her çizgisinden okuyordum. tek bir hayali vardı bence, çocuğunun üniversiteyi bitirdikten sonra bir an önce iyi maaşlı bir iş bulup, tek maaşla ev geçindirmeye çalışmanın verdiği stresten ailesini kurtarması. belki eşine destek olsun diye kendisi de evde çarşıya el işi yapıyordu, ellerine dikkat etmiştim sigarayı verirken. küçük iğne ya da tığdan kaynaklanan delikler vardı parmak uçlarında, yaralar oluşturmaya başlamıştı hafif hafif. kim bilir belki de gündeliğe gidiyordu, ellerinin yıpranması da çamaşır suyu ve kimyasal temizleyici maddelerdendi. o da hayata büyük anlamlar yüklemişti bir zamanlar, şimdi tek bir amacı vardı, parasızlıktan ölmemeyi başarmak.
cadde kenarındaki banklarda sıkılınca arka sokaklarda olan, bir zamanlar liseden birkaç arkadaşımın takıldığı küçük çay ocağına gittim. buraya genelde hilal bıyıklı abiler gelir, zira benim arkadaşlardan ömerle türkeri de kardeşleri gibi sever ve tanır hepsi. hiçbir siyasi görüşü desteklemememe rağmen, sadece Atatürkçüyüm deyip siyasi görüş sorularını geçiştirmeme rağmen onların hatrına severler beni de, daha önce ömerle ya da türkerle çay içmek amaçlı gittiğimizde görenler. burada konuşmalar hep aynıdır, bahsetmek istemem. arada bana da takılırlar, hanım kızımız söyle bakalım bu meseleler ne iş diye. bilerek utanmış pozuna yatarım, suya sabuna değmeyen orta yollu cevaplarla geçiştiririm sorularını. beni, üye oldukları yerlerden "dernek" diyerek bahsetmek istiyorum, aslında okuyan herkes tahmin etti nereler olduğunu, derneklerine falan üye yapmak istemişlerdi en başında ama türker benim adıma yok dedi o bizim kardeşimiz, bulaşmasın bu işlere dedi ve bir daha bahsetmediler. arada bu abilerle aynı görüşlere sahip ablalar da gelir oraya, onlarla kozmetikten makyajdan, mağazaların yeni sezonlarından ucuzluklardan falan çene çalarız. hatta bir tanesi yeğeniyle tanıştırmak istedi beni bu sefer ömer abilik yapar gibi "yok abla, bizim çevreden olmasın." dedi. ömer istemez siyasi çevrelerin fanatiklerinden ya da şehirdeki ileri gelen üyelerinden biriyle ya da birinin yakınıyla olmamı.
bir de sosyalist abilerim ve ablalarım var benim. arada onların da yanına uğrarım. ömer, türker veya o gruptan herhangi bir arkadaşımla gördükleri zaman kenara not ederler bunu akıllarında "onlar çok iyi insanlar değiller, düşündüğün gibi değiller" diyerek kulağımı çekerler. onlara da "çocukluk arkadaşım abi onlar benim, merak etme yıllardır tanırız birbirimizi" diyerek geçiştiririm bu muhbbetleri. enteresandır o abilerimi, ablalarımı da severim. her seferinde bana özgürlükten dem vurup, özgürlüğüme dokunmayın temalı iki çift laf edişimi gülerek dinlerler. ama dalga geçmekten değil, "özgürlük" dediğimiz şeyin aslında hiç bizim olmadığını söyleyip kıkırdarız sonra. elbette onların da takıldıkları bazı mekanlar var ve orda da az buçuk tanıyanım var. iki farklı gruba yakın olmak bazen eğlenceli ama iki taraftan biri diğerini karalamaya çalışınca üzülüyorum kendi çapımda. iki tarafın da iyi ve sevilesi olduğunu söylüyorum, bu sefer kızgınlıklarını unutup "ah küçük kız" diyerek gülüyorlar bana. ben de gülüyorum kendime, aslında kirli yüzlerini de biliyorum bu insanların ama bilmemezden geldiğim için gülüyorum kendime işte.
ömer, türker ya da sosyalist arkadaşlarımdan emre, kenan, özge, hiçbiri bana taraf tutmam konusunda baskı yapmadı. sadece seçim zamanlarında arkadaşlığımızın dostluğumuzun hatırına diyerek kendi destekledikleri partilere oy vermemi istedi, ben de gittim iki tarafın söylediğinden çok daha başka partilere oy verdim, böylece kırgınlık olmadı. ömer ve türkerle olan yakınlığım çok başka elbette, çocuk yaşta tanıdık birbirimizi ve lisedeyken bazı zamanlar erkek fatma gibi yanlarında takıldım. bizim kızların sevgili muhabbetinden sıkıldığım günlerde mesela. eheh, bu yazıyı adını verdiğim arkadaşlardan bir tanesi okusa kıracak kafamı neden en çok onları sevdiğimi söylemediğim için. her neyse laf nereden nereye geldi değil mi, insanların hayallerini okumayı sevdiğimi söylüyordum en son. öyle işte, konuyu dağıttım ortaya karışık birşey çıktı yine. her neyse, aklımdakileri yazmaya niyetlendim, aklıma gelivereni yazdım. okuyanlara sevgiler selamlar, öptüm herkesi :)

uçan süpürgemi kaybettim

orta çağda cadıydım ben aslında
biri beni bir kapıdan itti, buraya geldim
kötü bir büyü yapmıştım ona bana ceza verdi sonra
beni, bu yıla gönderdi
uçan süpürgem yok yanımda
burada para geçiyormuş ayrıca ben sizin yediğiniz yiyeceklerle beslenemem ki
orta çağda yaşayan kötü bir cadıyım aslında
ama sizin yanınızda çok masum kaldım
uçan süpüergem yok yanımda, üstelik acıktım
o olmadan herşey zor olacak
dostum o benim biliyor musunuz
her sırrımı her sihrimi bilir
ama artık yanımda yok süpürgem
size ürkütücü gelmiş olabilir görüntüm ama
aslında o olmadan ben çok yalnızım

22 Ekim 2011 Cumartesi

bir masal uydurdum

derin nefesler çekiyorum sigaramdan
zannetme ki derdimden, efkarımdan
hayır, sadece ellerine sinen tütün kokusunu içime çeker gibi
biraz daha, bir nefes daha seni yaşar gibi
hayat dediğimiz, hayat dediğim senle dolu anlar bütünü şimdi
bazen kelimelere düşman oluyorum seni anlatamadıkları için
bazen de kelimelere sarılıyorum içine seni hapsettiğim için
bir hayal, bir yalan, bir gerçek var şimdilerde elimde
hangisine güveneyim, hangisini seveyim bilmiyorum
hepsinde senden bir parça, hepsinin başlığında sen
bak, kelebek büyütecek kadar hayalperest oldum
hani kızardın ya hayallerde yaşıyorum diye
ben şimdi hayalimde de senle yaşar oldum
yine kızma, hayır hayır bakma öyle yüzüme kötü kötü
ben ikimiz için bir yalan, bir hayal, bir masal uydurdum...

ortaya karışık iki çift lafım var!

ortaya karışık kafa kızgınlıklarımı yazıp çizeceğim bugün. haftanın verdiği gerginlikle, uzun zamandır beni geren başka mevzularla alakadar olsun, pek çok kimseye söyleyecek çok lafım var. içimde kalırsa çatlayacağım, ölüp gidersem bir şekilde bunları dışarı atmadan gözlerim açık kalacak, iflah olmayacağım.
evvela; kendisiyle çok yakın olduğumuz dönemlerde benim bütün karakter şifrelerimi çözmüş olan birtakım arkadaşlara selam ederim. ancak, şu sıralar bazı sistem aksaklıkları, benim kendilerine olan düşkünlüğümden kaynaklı kıskançlıklarım falan fıstık derken, aramız epey açıldı bu kimselerle. ben sürekli onları kaybetmemek için biraz daha yakın olabilmek için çaba sarf ederken onlar benim strateji yürütmekte olduğumu hesab ediyor. peki sevgili insancıklarım, canlarım, beni tanırsınız siz, içimden size yakın olmak gelmese bilirsiniz ki kılımı bir milimetre kıpırdatmam. neden size karşı taktik uygulayayım, beni sevince elime ne geçecek ne çıkarım olacak ki çıkar sağlamak için böyle allengirli işlere kalkıştığımı falan düşünüyorsunuz. halbuki benim tek istediğim eskisi gibi sizinle yeniden yakın olabilmek, ama adımız çıkmış dokuza inmiyor ki sekize!
sonra; sosyal medyada son zamanlarda en çok konuşulan mevzuya değinmek isterim. bir taraf diyor ki, iki gün anacaksınız buralarda şehitleri ondan sonra bakacaksınız dalganıza. bu taraftan çok uzak olan taraf diyor ki, insanların verdikleri tepkiler için biraz twitleyip sonra unutacaksınız demek yersiz ve saygısızca. e canımın parçaları, ne zamandan beri sosyal medyayı vatanseverlik ve milliyetçilik duygularını ölçmek için kullanır olduk. ne kaçırdım ben ki insanlar birbirlerini aşırı milliyetçilikle ya da duyarsızlıkla suçlayabilecek yetkiyi ellerine aldı. genelkurmay açıklama mı yaptı en çok milliyetçi twitter ya da facebook kullanıcısına madalya takacağız diye, ne oldu ne kaçırdım yahu bana da haber verin.
birşeyleri başardığınız zaman sırtınızı sıvazlayan insanlar, performansınızdaki azıcık düşüşten sonra sizi yerden yere vuruyor. hayır, hakikaten bazen bazı şeyler insanın elinde olmuyor ne yazık ki. uğraşıyorsunuz, yırtınıyorsunuz ama gel gelelim bütün evren sizin o gün o işi başaramamanız için el birliği yapıyor ve ne yazık ki negatif sonuçlar alıyorsunuz. ilk tökezlemede ya da arada bir olan tökezlemelerde insana ahmakmış, beceriksizmiş, mercimek beyinliymiş gibi davranmamak lazım. anlayış lütfen!
her söylediğim şeyi uygulayacak olsaydım, muhtemelen bugün bin kez "bu gece lemana ya da kat3e gideceğim, hayat başka türlü çekilmeyecek yoksa" dediğimden dolayı şu an evde bilgisayarım kucağımda yazı yazıyor olmazdım değil mi? insan bazen, bazı şeyleri dile getirince de rahatlar, uygulamaya gerek kalmaz. yahut da aslında kafama yatmayan, benim mantığıma hizmet etmeyen fikirlerden de bahsedebilirim, bu da böyle birşeymiş diyebilirim ama o fikri o felsefeyi sahiplenmem yani. o yüzden bana koca ağzını açıp "geçen gün böyle diyodun ama" diyen kişilerin ağızlarına terlikle vurmak hakkım olmalı bence. ben öyle düşünüyorum.
gelelim ömrümün çürütüldüğü mevzuya. "cherry tatlım çok makyaj yapmıyor musun, şöyle daha doğal rujlar sürsen şeffaf parlatıcı falan sürsen" diyen sevgili tanıdıklarım, EVVELA SİZE NE BUNDAN? çok makyaj yapan biri değilim, kat kat fondötenler pudralar sürmem ama KOYU VE CANLI RENKLERDE makyaj ürünleri seçerim. mesela asla şeffaf parlatıcı sürmem, ne o öyle yağlı yemek yemişim de ağzımı silmemişim gibi, pasaklı derler adama be. benim rujlarımın rengine yıllardır alışamamış insanlar var, canlı pembe, hologramik simli pembe, kan kırmızı ya da nar çiçeği renklerinden şaşmam, bu da böylece kabul eylene.
ondan sonra, kendisini özel hayat otoritesi ilan eden canlarım, ne zaman size böyle mevzular hakkında söz hakkı verdim hiç hatırlamıyorum. herhalde çok uykum vardı da sırf lafı uzatmayın diye hıhı diyip geçmişim zaar. hayatta en nefret ettiğim insan türü beni özel hayatımla yargılayan, özel hayatımı mercek altına alan, mahalledeki meraklı ve dedikoducu teyze pozlarında takılan insanlardır. bir de abilik ablalık adına nasihat falan verirler canlarım benim çok fikirlerini sormuşum gibi, gel de öldürme. ölüm paklık böyleleri için, ne işkence dolu fantezilerim var bir bilseniz. ne çin işkencesi metotları var bendeee.
haftanın hatta son zamanların gündem kızgınlıkları bunlardı. ortaya karışık döktüm içimi, iki çift laf ettim hepsine buradan, sosyal medya aracılığıyla da hafifledim en azından birazcık. bu arada bugün yeni ve ucuz bir sigara aldım mavi paketini sevmedim hafif, kırmızısını deneyeceğim yakında. kaçak değil ha adını vermediğime bakmayın, yeni çıkmış piyasaya. okuyan, bloğuma tıklayan herkese de sevgilerimi sunarım, öptüm canlarım :)

21 Ekim 2011 Cuma

ALDATMAK; ben sana kıyamam ki!

herkes gibi ben de tattım ihaneti. aldatılmanın ne boktan bir duygu olduğunu bilenlerdenim. birlikte ortak bir gelecek planlamaya başladığım sevgilim, en yakın arkadaşlarımdan biriyle aldatmıştı. ölümcül vaka yani, iki farklı sevilenden aynı anda. onlara duyduğum nefret çoookk uzun zaman boğazımda bir yumruk olarak takıldı kaldı. sevgilimin bahanesi hazırdı; "inan duygusal birşey değil, sadece ihtiyaç. ben sana kıyamazdım ki, kıyamam ki."
halbuki, en yakın arkadaşımı koynuna aldığı gece kıymıştı bana, bize. anlatamam bende oluşan duyguları, hayal kırıklıklarını. tarifi yok ki bunun, bir gün beni aldatacak olsa bile en azından bununla değil dediğin, asla adlarını yan yana yakıştıramadığın en yakın arkadaşınla bir gecelik mola vermiştir ilişkinize. ona göre "mola" ama sana göre öyle değil işte. küfrettim, hakaret ettim, yüzüne tükürdüm ama geçmedi bendeki aşağılanmışlık duygusu. evet, en yakın arkadaşımla aldatılarak aşağılandım!
adam yüzsüz yüzsüz "ben sana kıyamazdım ki" dediği an cinnet noktalarına geldim. dışarıdan bakınca, nefretle bakan bir çift göz görülüyordu bende, onun dışında cansız gibi oturup karşısındakinin aptalca savunmasını dinleyen bir taş kütlesi. evet, taş kütlesi gibi oldum o anda, ne nefes almak geldi içimden ne tekrar insani duyguları taşıma hevesi. güvensizlik, uç noktaya varan paranoyalar, yalnız kalma korkusu. bir kez aldatıldığınız zaman bir daha hiç kimseye güvenemeyeceğinizden korkarsınız, kapılarınızı kimseye açamayacağınızdan, yalnız kalacağınızdan korkarsınız. hayatımda ciddiye aldığım, bağlandığım tek sevgilim de bütün güven duygumu yıkıp, hayal kırıklığını koynuma salıvermişti. ondan sonra hiçkimseye tam manasıyla güvenemedim işte.
insanın unutması zaman alıyor, onları düşünüp aynı kareye sığdırmaya çalışıyorsun. Nasıl öptü onu acaba? Neden onu seçti? gibi sorular sorup, kendi kendine en ağır cevapları veriyorsun. "aslında hep birbirlerinden etkilenmişlerdi ama o gece..." diyerek, en berbat hikayeyi uyduruyorsun onlar için. kendi kendinin seri katili olmak gibi bir şey, bütün aydınlıklarını bir bir öldürüp, onların yaptığının karanlığında boğuyorsun kendini. ne yazık ki, haketmediği halde, bir de halen o adamı sevdiğin için acı çekiyorsun. bu en beteri işte, bazen kendi kendini onu affedecek bir bahane ararken buluyorsun. ama, affedemiyorsun.
zamanla bütün ortak arkadaşlarınızın arasında, dilden dile dolaşıyor bu mevzu. kimisi acıyor sana, kimisi sakinliğin için saygı duyuyor. onlara kızıyorlar, bazıları tavır takınıyor. sen her ne kadar uzaklaşsan da bu ortamdan, onlar seni yalnız bırakmamak adına yakanı bırakmıyor. aslında tek istedikleri, yanlarında kendini rahat hissedip tüm olan biteni, tüm hissettiklerini onlara anlatman. daha fazla dedikodu yani. ve arkandan, "yazık ya canım benim", "çok üzgün çok" dediklerini duyuyorsun ara ara. işte o zaman telefon edip "yazık sülalene derler, üzgün olacağım tabi YA NE OLACAKTI?" demek geliyor ama uğraşasın olmuyor.
arkandan gülen, senin için üzülen, sana yardım etmeye çalışan onlarca insan oluyor. dediğim gibi, pek çoğu sükunetine hayran kalıyor, ama hiçbiri bilmiyor sen gerçekten NE HİSSEDİYORSUN. anlatsan onlarca yapmacık cümleyle üzülmemen gerektiğini söyleyecekler, bunu zaten her gün kendi kendine yapıyorsun, o yüzden kimseye bulaşmak istemiyorsun bile. aradan uzuun zaman geçiyor, kendine olan güvenini yeniden kazanıyorsun, hayatına yeni biri giriyor belki ama o eski sevgilinin "duygusal birşey değil, ihtiyaç meselesi. hem ben sana kıyamam ki..." dediği lafı hiiiiçç unutamıyorsun.

20 Ekim 2011 Perşembe

seviyorsan gel konuş bence

bugünün duası: Allahım, biliyorsun istediğimi, onun da beni istediğini hissediyorum, kimse kimseye öyle bakmaz boşu boşuna. o yüzden kavuştur beni yarime, çok uslu, akıllı, kıskançlık nedir bilmeyen, tam anlamıyla perfect bir sevgili olacağım. ama ne olur o mavi-yeşil gözleri hep bana doğru baksın. amin.

adam tam on gündür yoktu ortalıkta. vazgeçti dedim, artık benimle ilgilenmiyor. ben de saldım kendimi bugünlerde, bu hafta, özenmedim makyajıma saçıma falan. aman allahım bir kafamı çevirdim ki yarim iki dirhem bir çekirdek, çekmiş lacileri salına salına geçiyor önümden. allah dedim, büyüksün bunu bana nasip et, bu benim sevdiceğim olsun. sonra içeri girip aynada kendime baktım! saçlarım elektriklenmekten düz fönden abuk dalgalı bir föne dönmüş, makyajım ıyykkk kendime baktığım zamanlarla bugünkü makyajımın fotosunu görsem kusarım, gözlerim uykusuzluktan şiş ve kırmızı!! adam bir daha da uğramaz buralara dedim kendi kendime. bütün gün akşam üstüne dek, bu tipte gezdiğim ve kendimden utanmadığım için küfrettim kendime. aklımda mavi-yeşil gözler, offff off dedim ne yapsın bu adam beni.
adam tam hayalimdeki gibi -ki hayalimde özel bir sevgili profili çizdiğimi onu fark edince öğrendim, haberim yokken ne hayaller kurmuşum meğer- esmer, uzun boylu, mavi-yeşil arası gözleri var, yanakları hafif kırmızı, saçları simsiyah ama arada beyazlar var, gümüş gibi parlıyor. ah ben, ah o... son yıllarda gördüğüm en yakışıklı iki adamdan biri bursada. öteki çok havalı bana bakmıyor bile, ben de onu sallamıyorum. ama bu, gözünü gözümün içine dikiyor, bana öyle uzun uzun bakıyor, hafif tebessüm ediyor ve o arada ben nefes almayı unutuyorum. yok böyle bir heyecan, adam benimle konuşmaya teşebbüs etse, bayılırım korkarım. allahım, ne olursun olur da tanışma durumu olursa bir salaklık yapmayayım, kekelemeyeyim, bayılmayayım. sonra zaten zamanla alışırım.
ben adam beni bir daha görmek istemez zaten derken, hiç beklenmedik bir anda akşamüzeri bir daha geçti bizim mağazanın ordan. baktı yine gözümün içine, baktım ben de gözünün içine cesaret bulsun da gelsin konuşsun diye. sonra düşündüm kendimi, ben zaten çok kıskancım, bu adama hayatta huzur verebilmem için herhalde derhal nikahıma alıp evinin erkeği yapmam lazım. o evde otursun ben çalışıp bakarım ona ama görmesin başka kadınlar onu. ikinci bir ihtimal daha var, şehirdeki sevgilime asılma potansiyeli yüksek bütün kadınları yok etmek ama bu da çok soykırımvari olur, adam korkar benden. nasıl dayanacağım, nasıl kıskançlık krizlerine girmeden o ilişkiyi yürütmeyi başaracağım bilmiyorum ama ben hazırım, seviyorsa gelsin konuşsun. zaten önemli olan bu ilişkinin başlaması, yürütme kısmını ilişki esnasında düşünürüz.
arada böyle yüzü, gözleri falan geliyor gözümün önüne kendi kendime sırıtıp duruyorum falan. öleceğim yahu, nefes alamamaktan korkuyorum. onu düşünürken nefessiz kalmaktan, sevdiceğime kavuşamadan ölüp gitmekten korkuyorum. allahım ben söz veriyorum, uslu, akıllı, problemsiz bir sevgili olacağım. ama yeter artık kaç ay oldu, hissediyorum o da ilgileniyor. o halde yardım et bana, ne bileyim karşılaşalım tarafsız bir sahada. bir şekilde konuşmak zorunda kalalım. ama, ruhen ve aklen bu adama ihtiyacım var, biliyorsun!

19 Ekim 2011 Çarşamba

çok bölündük, çok öldük

ben burada, sıcak evimde, rahat ve huzur içindeyken terörü lanetlemek ve şehit olan askerlerimizi rahmet ve sevgiyle anmak için yazı yazmak kolay gelmedi doğrusu. çünkü, söylenmesi gereken bütün sözleri tükettik, çok öldük çok şehit verdik. anahaber bültenlerinde her birinin hayat hikayesini, geride bıraktıklarını izleyip "çok gençmiş" dedik. her biri için ayrı ayrı dua edip, ailesine sabırlar vermesini diledik Allah'tan. her birinin annesinin babasının eşinin "vatan sağ olsun" dediğini duyduk, acılarının büyüklüğüne ve tazeliğine rağmen. o halde "vatan sağ olsun"
ancak öyle de bir durumumuz var ki, ne önlem alabildik ne de bir bütün olup bu lanete karşı durabildik. zaman içinde, her kürt asıllı vatandaşı pkklı bildik, dışladık, gördüğümüz yerde küfredip hakaret ettik. halbuki Gazi Mustafa Kemal, dünyanın en büyük devrimlerinden biri olan, Osmanlı İmparatorluğunu tanımayıp Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarken, Türk, Kürt, Laz, Arnavut ve daha sayamadığım onlarca ırkın insanıyla hep birlikte, aynı amaç uğruna cephede beraber savaşarak bu başarıyı elde etti, ordusunu muzaffer kıldı. şüphesiz ki "Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü korumak" görevini, tüm bu ırkların gelecek nesillerine vasiyet etti. Atamızdan bize kalan en önemli vasiyeti de, pkknın bizi birbirimize düşürmesiyle başaramaz olduk. hepimiz birleşip bu vatan bölünemez demedik, bizi bizden mi sorarsınız demedik te, burası Türkiye, azınlıkların istenmediği ülke olarak seçtik etiketimizi.
pkk yıllardır bütünlüğümüzü bölmeyi başaramadı, toprak olarak. ancak, kardeşi kardeşine, komşuyu komşusuna düşürmeyi başardı hem de asla gerçek olmayacak bir ütopya yüzünden. biz onların saldırılarını, günahı olmayan kürt vatandaşlara da yükledik. mahallede kürt aileden bahsederken "pkklılar" dedik, hatta faşistlerin galeyanına gelip yüzlerine bakmadık, selamlarını almadık, dışladık. terörizm ile faşizmin oyununa gelip, önce ikiye sonra üçe dörde bölündük. halbuki Gazi Mustafa Kemal, istiklali ve cumhuriyeti hepimize birden emanet etmişti, tarihin en büyük devrimlerinden birini gerçekleştiren Atamıza teşekkürümüz bölünerek oldu...
şimdi, asla gerçek olmayacak bir ütopya yüzünden 20 yaşında gençler ölüp gidiyor. askerler ölüyor şehit oluyor. her şehir verdiğimizde olduğu gibi düştük sokaklara bugün de. "bayrak inmez, ezan dinmez, vatan bir bütündür bölünemez" dedik. "kahrolsun pkk" dedik. kahrolsunlar. "şehitler ölmez vatan bölünmez" dedik. ama ölüyorlar, gencecik delikanlılar hayatlarının çok başında, gözü açık gözü arkada teslim ediyor ruhunu, ölüyor... "ŞEHİTLER ÖLMEZ VATAN BÖLÜNMEZ"

AFFINA SIĞINIRIZ ATAM, CUMHURİYETİ SEN KURDUN, BİZLER SAHİP ÇIKMAYA ÇALIŞIYORUZ. TÜRKİYE CUMHURİYETİ LAİK VE DEMOKRATİK BİR ÜLKEDİR DEDİN, BİZLER ELİMİZDE SON KALANLARA SARILIYORUZ. AZINLIKLARLA BİRLİKTE BU VATANI SEN KURTARDIN SEN YENİDEN BİR HAYAT BAŞLATTIN, ÜLKEYİ SEN YÜCELTTİN "BİZLER BÖLÜNÜYORUZ" AFFINA SIĞINIRIZ ATAM, İLKELERİNİ SADECE TARİH DERSİNDE EZBERLEYİP UNUTTU PEK ÇOĞUMUZ, KONUŞTUĞU TÜRKÇEYİ, YAŞADIĞI ÜLKEYİ KURTARMAK İÇİN BÜTÜN İMKANLARI SEFERBER EDEN GAZİ MUSTAFA KEMAL'E, KÜFREDEN DİLLER VAR ARAMIZDA, ONLAR ADINA AFFINA SIĞINIRIZ. HAKKINI HELAL ET ATAM, BAYRAK İNMEYECEK, EZAN DİNMEYECEK, VATAN BÖLÜNMEYECEK!!

18 Ekim 2011 Salı

donuyorum, bilmiyorsun!

soğuktan ölmek noktasına gelmek... her yıl olduğu gibi, yılın ilk en soğuk gününde mükemmel bir şekilde incecik giyinmeyi başardım bugün de. kanım, kemiklerim, iç organlarım dondu, buz tuttu. efendim, bilir misiniz bilmem ama bendeniz bir parfümeride satış danışmanlığı yapmaktayım. mağazamız bir pasajda ancak, öyle sıcak bir pasaj olmuyor burası kış mevsiminde. üç adet çıkışa en yakın mağaza biz olduğumuzdan da, bütün rüzgarı olduğu gibi iliklerimize kadar alıyoruz. bir de mağazanın önünde günün en yoğun saatlerinde parfüm tanıtımı yapıyoruz ki... sormayın bugün neler çektim.
hava soğuk olduğu için pek yoğunluk yoktu yani, iş yoktu kısacası. aman kotalar tutsun prim alalım diyerekten tüm gün yine parfüm tanıtımı yaptım sevgili vatandaşlara. bazıları artık alışkanlık haline getirdi, her gün sıkınıp gidiyor, bazıları deneyip "dönüşte bakacağım" diyor. bazıları kızına, kocasına, eltisine koklatmak amaçlı sıkınıp gidiyor falan da, soğuktu be kardeşim. dondum yeminle. soğuk vuruyor, insanlar yüzüme bakmıyor, öyle üşüdüm ki bir ara evsiz barksız abiler gibi önüme teneke içinde ateş yakmayı bile düşündüm. biraz tanıtım yapıyorum, sonra gidip içerde kendisini ısıtmayan klimaya yaklaşıp küçük ceylan pozlarında ısınmaya çalışıyorum, yine dışarı çıkıyorum falan ama asla vazgeçmiyorum.
her gün yaptığım bir iş aslında bu tam beş buçuk yıldır. ancak kış olduğunda acayip zorlaşır. bize acıyıp ta alışveriş yapan insanları tanırım ben yahu. canlarım benim. yazın çok keyifli geçen bu aktivite kışın kendimi 120 filmindeki cepheye silah taşıyan çocuklar gibi hissetmeme neden olur. aslında akıllı davranıp ısıtacak kıyafetler giydiğimde bu kadar zor ve soğuk olmuyor elbette ama, dedim ya bugün salak gibi çok ince giyindim bir kere.onun dışında ayrıca eve gelmek te başlı başına ayrı bir dertti. otobüs beklemekten nefret ettiğim için dolmuşla minibüse gitmeye karar erdim her akşamki gibi. buzz gibi havada 10 dakika dolmuş bekledikten sonra kendimi sıcak dolmuşun koltuğuna bıraktım. aman nasıl bir uyku bastı o on dakikalık yolda, nasıl bir mayışmaktır bu. utanmasam bi tur daha gideceğim o derecede. dua ettim eski minibüslerden biri denk gelsin diye, onlar pek bir sıcak oluyor kışın.
gelmedi eski minibüs. eve bir an önce varayım, bu soğukta altı dakika daha beklemeyeyim diye bindim mecburen. şoförün ateşini gençliğine verdim de bu soğukta her beş dakikada bir o kapıyı açıp içeriye buz gibi hava doldurmak ta neyin nesi. manyak mısın be adam, ruh hastası mısın diyesim geldi. dolmuşta sıcaktan pelte gibi olan bedenim yine eski buzparmak dondurması kıvamını aldı tabii. o 25 dakikalık yol bitmedi, bitmedi. şimdi sıcacık evde, kucağımda bilgisayar yanımda kahve oturmak pek kıymetli, pek tatlı. Allah sokakta yaşayan evsizlere yardım etsin.
ÖNEMLİ NOT: sabah uyanınca kafanızı camdan dışarı çıkartıp hava durumuna bakın canlar, ona göre giyinin. aman üşütmeyin kendinizi.

17 Ekim 2011 Pazartesi

kara pazartesi diye buna derim!

kara pazartesi... ötv'ye yapılan güncellemeden sonra sigaraya zam geleceğini biliyordum ama bu kadarını düşünmemiştim. sabah, her zaman sigara aldığım tekel bayiine uğradım, zam geldi mi diye sordum ersin amcaya. geldi dedi, winston light ne kadar oldu dedim, yedi buçuk oldu cherry dedi. şokkk geçirdim. hani altı buçuk falan olur diye düşünmüştüm de yedi buçuk çok bee. az kalan sigara paketime baktım, yarımmış almadım vallaha yenisini, artık devir az sigara içme devri dostlar. marlboro blue ice zaten artık senede bir kez alacağım bir sigara oldu, dokuz lira nedir be abicim, aldığımız zehir altı üstü. hayat çok pahalılandı dedim kendi kendime. zengin bir ailenin kızı değilim, orta halli, kendi yağıyla kavrulan insanlarız, elbette yapacağım üç kuruşun hesabını.önceki bütün sigara zamlarında sigarayı bırakıp kendime kısa süreli acı vermiştim. ama en fazla 4 gün dayanabilmiş, onda da 4 gün boyunca kendimi çikolata, fındık ve çekirdeğe verdiğimden mutlaka kilo almıştım. bu sefer, azaltma tekniğini uyguluyorum. artık bilgisayar başındayken ard arda sigara yakıp, bu sigaralardan üç beş nefes çekip kendi kendine bitmeye terk etmek, unutmak yok. inanın, filtresine kadar içiyorum artık "nimettir atılmaz" diyerekten. bazı arkadaşlarım kaçak sigara arama işine girişti. vatandaşı bu kadar sömüren devlete gram vergi gitmesin içtiğim sigaradan diyorlar ama, ben kaçaktan tad alamıyorum. haklılar aslında, vergi üstüne vergi koyan bu hükümete kaçak ürünle de tepki verebiliriz.
öte yandan recep tayyib ağa, pahalı geliyorsa sigarayı bırakın diyor. içkiyi de azaltın demeyi unutmuyor. alkolle aram yoktur pek de, yine de şu takılıyor aklıma "ayık kafayla bu ülkeye nasıl tahammül edeceğiz. sana nasıl tahammül edeceğiz tayyib..." bugün bütün sigaralarımı tayyibin suratında söndürürmüş gibi hayal ettim kendimi. milletçe öyle bir alışmışız ki ayakta uyutulmaya, başbakanımız dedi ya hemen bırakırız sigarayı. bizim toplumda öyle yalaka öyle satılmış insanlar var ki, her zamda adama ana avrat sövüp seçim olunca iki paket makarnaya tav olup gidip oyunu verir bunlara. zannedersem o makarnalar okunup üflenmiş, adam düşünemiyor o dağıtılan kuru erzaklara muhtaç olmasına sebep olan yine bu kişiler esasında. işsizliğin sürekli gündem olduğu bu ülkede, çıkartılan yeni vergiler, güncellenen vergiler, elektriğe suya doğalgaza yapılan zamlar zaten büyük çoğunluğu dar gelirli olan vatandaşımızı daha da fakirleştiriyor.
bunlar da, masraflarını meclisin karşıladığı seçim kampanyalarıyla kömür ve yiyecek dağıtıp utanmadan bir de vatandaşı kendisine minnet duymaya zorluyor. eğer mümkünü olsa, oy vermedim ben onlara deyip de oy vermiş olan, şimdi de zamlardan şikayet eden, sonra ileriki seçimlerde yine onlara oy verecek olan kimseleri tek tek tesbit edip ağızlarına takunya ile vurmak isterim. öte yandan adamlar utanmadan, milletvekillerine yılda 22.000 tl yol ve telefon masrafı ödeyecekmiş. yahu milletvekillerinin zaten bir makam aracı, bir özel şoförü var, daha ne yol masrafı bu. hesapladım, ben bir sene çalışıyorum yine de 22.000 tl kazanamıyorum. ohaa dedim, içten dileklerimle kendilerine.
işte böyle tasarruftu, zamdı, tayyibdi derken berbat bir pazartesiye giriş yaptım. zaten sevmem pazartesileri, sendromu bedeninin ve ruhunun her zerresinde hissedenlerdenim. insan, cebimizde beş kuruş kalmasın diye uğraşıyorlar deyyuslar diye düşününce de cinnet noktasına geliyor. bu sabah anladım borç yüzünden zam yüzünden intihar eden insanları. günün devamı da kötü geçti zaten, hava soğuk, işler bozuk, tepeler atık vaziyette akşamı yaptık. hiç istemiyorum yarın olmasını hiiiççç..!!

16 Ekim 2011 Pazar

anlık fotoğraflı ruh halleri


bazen, bütün hayat fazla üzerinize gelir...

saçmalamak için buralardayım!

bilgisayarımın bozulması biraz tuzlu oldu bu sefer. her seferinde kardeşim benim anlamadığım birşeyler yapıyor ve onu hayata döndürüyordu. ancak, bu sefer geldi, baktı ve "abla bunun işi bitmiştir, yenisine sağlık" dedi. yenisi de hemen olmalıydı, çünkü, ben birşeye ihtiyaç duyuyorsam MUTLAKA O ANDA OLMALI! gittik, kredi kartımdan arta kalan son limitlerle bana yebi bir notebook aldık. yani, borç batağına düştüm. çok para kazanmam lazım çok. ama bir yerde de iyi oldu, dün gece buz gibi odada soğuktan gebererek yazı yazmaya falan çalıştım, sabah da sevgili bilgisayarım ruhunu teslim edene dek soğuktan öldüm. yani annemin demesiyle, bir süre abuk subuk alışveriş yapmazsam, sıkıntı yokmuş. iyi bakalım, umarm öyle olur.öte yandan interneti sadece feysbuk ve msn için kullanan bazı arkadaşlarım anlam veremedi bu paniğime. halbuki internet, mobil olarak girsem bile en azından google buzz'ı açıp iki satır yazıp rahatlamak demek benim için. işte bu yüzden, sanki beni hayata bağlayan, yaşamam için destek veren uzuvlarımdan biri kopmuş, bileğim kesilmiş kanım yere akıyor gibi geldi. hayır hayır, o facebook ve twitter bağımlısı, günün her saati farmvilledeki çileklerine bakıp ineğini besleyen sapıklardan değilim. bilgisayarımı açar açmaz, ilk baktığım yer mailim ve sonrasında da blogger. yazacak birşeylerim var çünkü, birilerine anlatasım var. bazen twittera yazdığım bazı twitlerin, feyk olmayan feysbuk hesabıma yazıldığını düşünüyorum.
tepkiler beni keyfim yerinde bile olsa, öylesine yazmış bile olsam, bunalıma sürükleyebilirdi. özellikle bazı kuzenlerimin ve arkadaşlarımın, oy kuzum nen var, sorun ne hemen çözelim, gel bize dertleşelim tarzlı yorumlarından bahsediyorum. çünkü bir keresinde sevdiğim bir şarkıdan birkaç söz yazdım durumuma. aradan 2 saat geçtikten sonra akıl edebildim bakmayı ne var ne yok diye. yorumlar şu tarz;
* inanmıyorummm, benden habersiz sevgilin oldu, ayrıldın ve şimdi acı çekiyorsun ve ben bunu bilmiyorum. hemen gel anlat neler oldu...
* teyzecim kim üzdü seni?
* kuzum üzülme herşey yoluna girecek.
* her zaman yanındayım
* ah canım kaderimiz aynı, biz de yeni ayrıldık biliyon mu?
* sana ne kadar değer verdiğimi bildiğin halde hep seni üzenleri seçiyorsun, sonu kötü bitiyor bak.
bunlar ve benzeri olan onlarca yorum vardı. o günden sonra, yazmadım feysbukuma öyle şeyler, yahu şarkı bu desem de, anlamadılar. sonra bir twitter edindim, bioya da yazdığım gibi "doya doya saçmalamak için burdayım." evet doya doya saçmalamak için, twitter ve bloggerdayım. ve tabi ki, feyk olan feysbuk hesabımda. yani, yazarak rahatlayan bir insan olduğumdan, bilgisayarımın bozulmasını hayati bir mesele olarak adlettim o anda. şuraya iki satır yazarken rahatlıyorum, keyifleniyorum. belki okuyanlar ne saçmalıyor bu diyor ama dedim ya ben zaten doya doya saçmalayabilmek için buralardayım.

çok uyanıktın sevgilim :)

her ayrılıktan sonra, yarım kaldığımı hissederim. sanki birisi benim olanı almış götürmüş benden, yerine koymam gereken, tamamlamam gereken büyük bir serveti çalmış gibi. cherry'nin mutluluğunu, diğer yarısını, hayatının bir bölümünü almış gibi. geriye, yitik, işe yaramaz, mutsuz bir cherry bırakmış gibi. ağır aksak tedavi süreci, kedi gibi kendi yaramı yalayarak tedavi etme faslı. yaklaşan potansiyel tehlikelere, tırnaklarımı çıkartıp can havliyle atlamak gibi.
o da gitmişti, diğerleri gibi. adamla hem dalga geçmiştim, hem de oturup zırıl zırıl ağlamıştım. ayrılığın sebebi biraz garip, beni benimle aldatması. şu facebook çıktığından beri, ilişkilere olan güven, arkadaş listeleriyle, fotoğraf ve gönderilere yapılan beğenilerle ölçülür oldu. modaya uyayım, sevgilimden facebook şifresini isteyeyim dedim. kavga çıktı. ona güvenmiyormuymuşum, neden soruyormuşum, ÖZELi olamaz mıymış. halbuki, biz birbirimizin özeliydik ve o benim şifremi istediğinde vermiştim. arkadaş listemde kuzenlerim ve kardeşim dışında erkek sinek bırakmamıştı. hani eşitlik, neredeydi? adamın facebookta haremi var resmen, sevgilisiyim güya ama bana ÖZELim diyor. plan yaptım:
önce sinsice bir facebook hesabı açtım. tabi ki kendi ismimle değil. "inci miray" ismini kullandım. yaşadığım şehir için istanbul dedim ve zamanla insan ekledim, hesabı bir güzel işledim. tamamen, inci miray karakterinin hesabı oldu, benden çok uzak bir profil yaptım, uyanmasın diye. sonra bunun arkadaşlarından birini ekledim, facebook tanıyor olduğun kişiler önerisiyle seni gösterdi, tanıyıp tanımadığımdan emin değilim ama... bahanesiyle onu listeye ekledim. o sırada cherry, ananesinde akşam yemeğindeydi. güya... inci miray ise, bizim evde, bilgisayarın karşısında sinirden tırnak yiyordu. haftalarca mesajlaştık sevgilimle "inci" olarak. cherry olarak ta her ne kadar adamı boğmak istesem de hiçbirşey yokmuş gibi sakin davrandım. telefon numarası ister diye, yeni bir hat aldım. o da almış, cherry yakalamasın diye. benim yanımdayken o da inci de telefonunu kapatıyordu, büyük tesadüf, belki arama cesareti gösterse şüphelenecekti ama, yapamadı. telefonda konuşurken sesimi değiştirdim, anlamadı, adam beni unutmuş gibiydi. inciye tutulmuş gibi...
birkaç ay böyle devam etti, hesabı açmam, işlemeye başlamam, sevgilimi kafeslemem falan 7 ayımı aldı derken büyük gün geldi çattı. cherry'ye "sevgilim, haftasonu istanbula eğitime gideceğim, haberin olsun" yalanı atıldı. inci'ye "hayatım haftasonu seni görmeye geleceğim" mesajı atıldı. inci çok sevinmiş gibi yaptı, cherry de "büyük gün geldi ha!" diyerek, nefret dolu kahkaha attı kendi kendine. niihahahahaaaa!!! istanbulu bilmem, adamı nereye çağıracağımı hiç bilmem, ama bilen birkaç arkadaştan, istiklalde randevu vereceğim bir yer öğrendim. bizimki istanbulun kurdu çıktı "biliyorum orayı cumartesi saat 13:00 gibi orada olurum" dedi inciye. cherry üzüldü...
cuma gecesi görüştük, hiçbirşey yokmuş gibi yapmayı o kadar iyi beceriyordu ki, dönüşte sana oscar yaptıracağım dedim kendi kendime. cumartesi günü saat 13:00 olduğunda inciye mesaj attı, geldim bekliyorum diye. inci de ona mesaj attı "birazdan oradayım tatlım, bekle geliyorum" şüphelenmesin diye cherry aradı sevgilisini, konuştular. halen daha hiçbirşey yokmuş gibi davranıyordu, pes! oyunculuğu mükemmelmiş sevgilimin. hemen işe koyuldum, incinin profil resmini değiştirdim ve kendi resmimi koydum, son durum güncellemem de "dönünce, müsameredeki başarından dolayı küçük altın takacağım, havanı da al gel ama" oldu. akşam olunca, bizim mal o kafede inciyi üç buçuk saat bekledikten sonra, nihayet facebooka telefondan girip neler olduğunu anlamış olmanın kızgınlığıyla cherry'yi aradı. "sen nasıl yapabilirsin bunu? nasıl beni böyle kandırabilirsin? buna hakkın yok?" "biraz eğlenmeni istedim, daha doğrusu ben eğlenmek istedim, ders olsun zekanı aşan işlere bulaşma" dedim. kapattım telefonu.
sonrası pişmanlık, onun pişmanlığı. özür dilemeler, affettirme çabaları derken 7 ay rahat bırakmadı. o günden sonra, hiçbir erkeğe güvenmemem gerektiğini anladım. lakin, dikkatle bakarsanız bu tür mevzularda çok geniş düşünemiyorlar, büyük detaylar kaçırıyorlar. aldanabiliyorlar, aptal yerine koyabiliyorsunuz çok rahat. kızgınlığımdan ve güvensizliğimden, adamı alıp istanbullara gönderip, hava aldırdım, ölsem gam yemem. sayemde paranoyak oldu, olsun, yakışır!

Cherry dönemleri

bu küçük mahallenin, lisede sigaraya başlayan, lise bitince annesinin yanında sigara içen, bakkaldan çekinmeden sigara alabilen, dedikodu yapana "ah canım hem düşünüp hem konuşabilmen pek hoş" diyen, gerizekalı bulduğu bütün ortaokul arkadaşlarıyla dalga geçen, mahalle sakinlerinin düğünlerine gitmeyen, kimseye günaydın demeyen, hiçbir bakkalda gazete satılmıyor olmasının saçmalık olduğunu her yerde dile getiren, akşam oturmasına gelen komşuların yanında utanmadan kitabını suratına kapatıp okumaya yönelen, özel hayatına müdahale edilecek olduğunda "sana mı kaldı" diyerek atarlanan, babasının arkadaşlarını tanımayan, gece yarısı gürültü yapan sarhoşları polise ihbar eden.... huysuz, aksi, ukala, ne kokan ne bulaşan gıcık kızıyım.
lise birinci sınıfı bitirdiğimde saçlarımı aşk alevi rengine boyatmıştım. gerçekten de alev gibi, kırmızı kırımızı olmuştu. beyaz tenli bir canlı olduğumdan, bu renk hem tenime yakışmıştı hem de yaşım küçük olduğu için pek bir frapan kalmıştı. saçımın rengini gören karşı komşumuz "bu ne hal kız, bu yaşta böyle renkler boyatılır mı?" şaşkınlığını dile getirmiş, ben de "yakında uçlarına ara ara turuncu da yaptıracağım" demiştim. halbuki turuncu falan yaptıracağım yoktu, doyasıya kahrolsun benim saç rengime diye düşündüm. her gören şok geçiriyor, hadi madem saçımı boyatacaktım, neden sarı ya da röfle yaptırmadım diye düşünüyorlardı, hissediyordum düşündüklerini "iki üç sene daha bekleyip röfle yaptırsaydın bari, kızıl da ne ola ki?" diyorlardı kafalarının içinde. gülünç, asla saçlarımı röfle yaptırmayacağım oysa, arnavut gelinleri gibi gezemem ortalıkta...
mahallenin müzevir bakkalından ilk kez sigara aldığımda beni babama ispiyonlamıştı. babam, yıllardır sigara kullanıyor olmama teorik olarak karşı çıksa da, pratikte ses etmez. adama haddini bildirmiş "alıyorsa kendi parasıyla bekir, sana ne, ne isterse ver kızıma" demiş. bu cümleyle, babam ilk kez onay vermediği bir hareketimi başkalarının gözü önünde meşrulaştırmıştı. anneme defalarca anlattırdım o gün, ne demiş ne demiş diye. babamın bana güveniyor olması, tadına doyamadığım o vişneli missbonlar gibiydi, bütün gün tadı ağzımda kalsın istedim. hiç bitmesin.
yıllar biraz ilerlediğinde, lise sonda saçlarımı mavi siyah boyattım, uçlarında da üç tane sax mavi tutam vardı. okul yönetimi kızıldan daha çok sevmişti bu rengi. artık, kapıdan hızlı hızlı girmiyordum. maviler de zaten çok uzun zaman dayanmamıştı, çabucak tenkleri soldu, soluk mavi oldu. emoluğa hevesimin olduğundan değil, zaten bizim dönemimizde emoluk kavramı yoktu, sadece siyahla maviyi çok sevdiğimden, saçlarıma uygulattım. aklıma, bu eylemden yıllar sonra elif şafakın araf adlı kitabında okuyup sevdiğim, bağrıma bastığım roman kahramanlarından Gail geldi şimdi. zira o da saçında bir gümüş kaşık taşıyordu. böylece, sax mavisi tutamlarını gören mahalle sakinleri, herşeye alışmış gibi göründü gözüme, kimse sormadı maviyi. yadırgamadı ve sanırım benim asla o çakma sarışınlardan olmayacağımı anladılar.
lise bitti, iş hayatı başladı benim için. össye gir mutlaka diyen bütün komşulara ısrarla girmeyeceğimi söyledim. hayat başlamalıydı artık, para kazanmalıydım. çalışmaya başladığımda, saçlarımdaki siyahı akıttım, turuncuya çok yakın bakır rengi boyattım. kuaförüm levent, her zaman saç konusunda renkli olduğumu düşünmeye başladı. aşk alevi, mavi siyah, turuncu.... saçıma fön çekerken "bakalım bundan sonraki renk isteğin ne olacak cherry" dedi. bakalım... dedim. ertesi gün işe gidince, bütün iş arkadaşlarım ŞOKK!! geçirdi, patronum da dahil. o yıllarda yani 2006 yılında, turuncu ya da hürrem rengi pek moda değildi. müşteriler nerede boyattığımı soruyor, beğenenler gidip daha iddiasız bakırlara boyatıyordu saçlarını. leventten salonunun onlarca kartvizitini almıştım, her gün ceplerime üçer beşer tıkıştırıyordum, soranlara dağıtıyordum. iyi kuafördü levent, keşke gitmeseydi izmire. saçlarım sahipsiz kaldı sanki...
bir süre sonra aktı turuncum, parlaklığı gitti. yaprak dökümünün heyecanını yitirmediği, saçmalamadığı dönemlerdi. ferhunde tekinin biricik seveniydim bizim ailede. o sıralar onun saçları patlıcan moruydu ve bir çarşamba akşamı elime aynayı alıp bir ferhundeye bir kendime baktım. benim de tenim açıktı, bana da yakışırdı. sonrası malum zaten "aloo, levent nasılsın, yarın boyaya geleceğim, turuncu aktı..." levent yine turuncu yaptırırım zannederken, ferhundenin telefonuma indirdiğim patlıcan moru saçlı rengini gösterdim ve "bundan istiyorummm!!" dedim. iyi seçim dedi levent, yakışır sana. boyadık, yakıştı. o akşam eve giderken yolda, minibüste, bakkalda karşılaştığım bazı komşularımız sordu "sen ne çok saç rengi değiştiriyorsun böyle, sevgilin mi terketti" diyerek. akıllarınca dalga geçiyorlar, dedikodu malzemesi arıyorlar. "insanın kendisini yenilemeyi sevmesi güzeldir, kendisini sevdiğini gösterir. senin gibi 30 yaşıma geldiğimde de hep aynı tipte aynı sıfatta olmak istemem, çok sıradan bir durum bu. ayrıca, özel hayatım beni ilgilendirir, terkedildiğim ya da edilmediğim benim sorunum işine bak abla" dedim. sonrası malum, yanındakine dönüp, "ukala" dedi benim için ve ayrıca "saygısız" da dedi. dar kafalı insanlara saygı duymuyor olmaktan utanmıyorum!
sene 2008 olduğunda, saçlarımı yeniden mavi siyaha boyadım. levent gitmişti, izmire yerleşmişti, burası onun için de çok dardı çünkü levent gaydi. istanbulun onun için fazla büyük olduğunu düşünüyordu, izmir hem rahattı hem insanları moderndi. gitti. levent gidince, yeni bir kuaför bulana dek kendi boyamı kendim yaptım. yıllardır mavi siyahta takılıyım yani. ama bu sefer "iyi bir kuaför bulayım da saçımı boyatayım" demiyorum, mavi siyahı seviyorum. leventle en son geçen hafta yaptığımız gmail yazışmasında, onun beni görmediğinden beri, makyaj tarzımı falan değiştirdiğimden, 2007 sonlarından beri, sürekli onun tavsiye ettiği gibi canlı pembe rujlar, karbon karası rimeller, bronz allıklar, koyu mavi göz kalemleri kullanır oldum. "siyah kalem sürme gözüne, mavi sür bak yakışacak, bu açık renk rujun yerine siklamen rengi bir ruj dene, kirpiklerini de karbon karası rimelle boya, allığın bronz olsun..." derdi levent.
ama çok iddialı olacak derdim ona, zaten saçlarım hep iddialı renklerde, parlayacağım... "kendi görünüşündeki pırıltı seni rahatsız etmiyorsa, boşver başkalarını..." dedi o da bana. en son gmail yazışmamızda kendisine 3 yıldır sabit olan makyaj tarzımla çekilmiş olan birkaç fotoğraf yolladım. yorumu mu? "bir ara, bu makyajın aynısını sana uygulamak için geleceğim, tam öğrettiğim gibisin, tam istediğim gibi olmuşsun. aferin cherry, aferin kızım..." dedi. levent benim için özeldir, gay olduğunu bilen tek müşterisiydim, oturup dertleşirdik, birbirimizi anlar çoğu zaman birbirimiz için iyi olacak şeyleri görürdük. sevgilim beni biraz üzecek olsa "bırak o adamı, seni üzüyorsa beş para etmez demektir" derdi. hiçbir kız arkadaşımın verdiği teselli onunki gibi olmazdı ve hiçbir kız arkadaşım bana onun kadar çok yakışan şeyleri söylemezdi.
gelelim mahalleliye, bazıları halen daha neden bu kadar iddialı makyaj yaptığımı anlamıyor, bazıları her sabah üşenmiyor musun diyor. üşenmem, ben bakımsız sokağa çıkıp etrafındakilerin içini karartan o kızlardan nefret ederim. ben kendi pırıltımdan, ışığımdan, renklerimden memnunum. böyle olduğum için mutluyum. onlar da alıştılar artık, ergenken oluşturmaya çalıştıkları "mahalle baskısı"ndan vazgeçtiler. baktılar ki cherry oralı değil, baktılar ki cherry kendi düzeninde, artık sadece halimi hatrımı soruyorlar. arada haddini aşan kişileri güzelce payladığım için beni babama şikayet ediyorlar ama babam da "haklı, iyi yapmış, size ne be?" diyerek korumaya geçiyor. çünkü annem de babam da biliyor, cherry masum pozlarına yatıp saman altından su yürütmüyor, deli görünüp, masum işlerle uğraşıyor. bu postu okuyacağından emin olduğum "levent" e sevgilerimle, özledim dostum, gel de dip boyamı yap artık!

15 Ekim 2011 Cumartesi

sistemde tutukluk var

insan en çok sabahın köründe ya da gecenin bir yarısında düşünüyor. mantıklı olduğunu söylemiyorum bakın, sadece düşünüyor diyorum. dün sabahın köründe, yağmurun yağışını izleyip bakınırken etrafıma, hiçbirşey şu anki isteklerimi gerçekleştirmeme elverişli olmadığı için sitem ettim Tanrı'ya. o da bana beter olmamı söyledi sanırım. bugün öğle saatinde, her zamanki mekanımda, sucuk sevmediğim için salam ve kaşarla hamburger ekmeğine yapılmış tostumu yerken düşünmeye çalıştım. belki az ilerideki dilenci amcanın "biiee ekmek parasııaa" diyerek kart sesiyle ortalığı inlettiğinden olsa gerek bu düşünemeyişim, dedim kendi kendime. adamın öyle iğrenç bir ses tonu var ki, öyle sevimsiz bir görüntüsü var ki, maaşı yememiş olsam gidip bi elli lira sıkıştırıp avcuna "önümüzdeki bir hafta boyunca beni burada görünce kaybol moruk" diyesim geldi.
sonra ikinci çayımı içerken, yaşlı, sevimli bi teyze oturdu yanıma, yorulmuş, dinlenmek istedi. çay falan ikram ettim derken, sohbete başladık. hayatını, eşini bir yıl önce kaybettiğini, kızlarını, torunlarını, can sıkıntısından baş örtüleri için yaptığı oyaları çarşıya sattığını falan anlattı. 80 yaşındaymış ve halen daha yaşamak için çabalıyor. "Allah sevgisidir beni hayata en çok bağlayan kızım" dedi. o an sadece, bir gün önce Allah'a isyan etmiş olduğumdan, sitemlerimden utandım. şimdi de düşünüyorum da 80 yaşındaki bir teyze kadar bile hayatı sevmiyor olduğumdan dolayı utanç duyuyorum.
aslında derdim hayatla da değil, hayat zamana eşlik ederek akıp gidiyor. derdim, uyum sağlayamamamda. ya etrafımdaki insanların fazla meraklı, fazla detaycı hallerine deli oluyorum, ya da fazla alakasız olmalarına. kızıyorum bu insanlar madem benim hayatımda, o halde neden benim istediğim gibi değiller diye. seçimi ben yapmak istiyorum yani. tıpkı twitterdaki gibi, ne görmek istiyorsam o olsun istiyorum. ne dinlemek istiyorsam o konuşulsun istiyorum. bencillik ediyorum, belki onlara haksızlık ediyorum ama, böyle istiyorum. hal böyle olunca hayat da bana "üzerine çikolata sosu da ister misiniz?" diyor, dalga geçercesine. ben de saf saf "olabilir tabi, neden olmasın hatta çikolata sosunun üzerine biraz da hindistan cevizi serpin" diyorum. hayat da "oldu küçük hanım, başka bir arzunuz" diyor. sinirleniyorum.
evrene yolladığım abuk subuk mesajlar, sevmediğim insanların ölümü olan dileklerime yoğunlaşmam bana daha bir abuk geri dönüşüm yapıyor. hayatıma girmeye çalışan abuk adamlar, tuhaf istekleri olan arkadaşlar, mide bulandırıcı esprilerle beynimi kemiren insanlar, beyinsizlikleriyle beni çılgına çeviren avareller, her dakika suratını görmek zorunda olduğuma inanan komşular... neyi sevmiyorsam onu gönderiyor bana evren. ben diyorum ki "bu adamı ayır sevgilisinden bana getir" evren tersinden anlıyor adamın düğün davetiyesi geliyor. ben diyorum ki "şu kızın ölüm haberini okuyayım gazetelerde" evren mübareğe kan veriyor can veriyor. bana da zerzavat reyonundan çürümüş salatalık kıvamında insanlar. vardı bir yerde hata...
baktım evren bu konularda yeterince başarılı değil, kendi işimi kendim göreyim dedim. türlü entrikalara imza attım, türlü dalavereler çevirdim. her zaman başarılı sonuç aldığım işlerden hoop olumsuz sonuçlar aldım. ya büyük pürüzler çıktı ama halledildi ya da en baştan vazgeçtim. halbuki ben "kara melek" "örümcek" "yalan rüzgarı" gibi entrikanın, ihanetin, aşkın, türlü hokkabazlığın dalaverenin dizilerini izleyen bir çocuk olmuştum. ergen triplerinden çıkar çıkmaz, aklım başıma erişince de "ferhunde tekin" karakterini tanıdım önce. sonra, "firdevs yöreoğlu" geldi benim için, bağrıma bastım, ders aldım. en son olarak da "hürrem sultanı"ı takipteyim, şüphesiz öğreneceğim çok şey var. yani bu kadar iyilerle yoğurduktan sonra hamurumu, yıllarca kafayı taktığım insanın ocağına incir ağacı dikmekte çok başarılı performans sergileyince şimdi neden böyle oldu, bilemedim.
dedim ki kendi kendime, kızım, ya çok panik yapıyorsun elin ayağına dolaşıyor, ondan böyle oluyor ya da evren istemiyor birilerine kötülük yapmayı. buradan, oturduğum yerden istanbulda yaşayan çok sevgili bir dostumun meselelerini çözmüşüm, şimdi silahım tutukluk yapıyor adeta. ara vermeyi seçtim bu işlere, sistemdeki teknik aksaklıklar bir çözülsün, soracağım tüm bunların hesabını adını tükenmez kalemle yazdıklarımdan elbet. önce evrenle barışmam lazım, bir süre kimsenin ölmesini, ağır hasta olmasını, sevgilisinin terketmesini, patronunun kovmasını falan dilemeyeceğim. bir süre uslu bir kız olacak cherry. kimseye bela açmak, ortalık karıştırmak falan yok. oyunu kurallarına göre oynayacağım. elbette sistemdeki bu tutukluk da bitecek. eski günleri özledim.

14 Ekim 2011 Cuma

araf

sabahın sekizi yirmi geçesinde, çılgın gibi yağan yağmurun altında, yolun tam ortasında, yağmurdan kaçan, saklanan insanların bakışları eşliğinde öylece durmak...

bu sabah yağmurla yıkandı şehrin önceki geceden arta kalan pislikleri. yollardaki tozlar yağmur suyuyla birleşip çamur olup aktı kanalizasyon rögarlarından. çöpler sürüklendi, ağaçların döktükleri uzuvları sürüklendi, çöpçülerin gelip hepsini bir arada bulabilmesi için toplandı yokuş sonlarına, cadde kenarlarına. bu sabah, yağmur çok hızlı yağdı, temizledi şehri, pislikleri, üzerinde bıraktığımız izleri. silinip gitti adımlarımız, yeniden yenilerini bırakmak üzere terketti asfalt yolları, arnavut kaldırımlarını. bizler de ağır aksak, yağmurun hemen ardından, içimizdeki duyguları yansıtan adımlarla kirlettik bir daha şehri, imzalarımızı bıraktık geçtiğimiz yollara ister istemez.

bu sabah, saat sekizi yirmi geçe, her zaman günün ikinci kahvesini içtiğim pastanedeydim. dışarıya koydukları minik masalardan birine oturmuş, pastanenin tentesinin altında, korunaklı, ıslanmadan, ilk kez kahve değil de, içimi ısıtmak için, daha samimi olduğu için çay içtim. acele etmeden, sigaramdan aheste nefesler çekerek yudumladım çayımı. içimi ısıtmak için, aklımı çaya verebilmek için. aklımdan geçen, kaldırımın tam ortasına dikilip, yüzümü yukarı doğru kaldırıp, beynimin içindekileri, yüreğimin özündekileri ve ötesindekileri, yağmur aracılığıyla Rab'be iletmekti. halbuki biliyordu günlerdir içimi yiyip bitireni, bedenimi buralarda bırakıp ta, aklımı ve kalbimi benden götüreni.

bütün makyajım, üzerimdeki parfüm süzülsün istedim yağmurla. belki hayatımda ilk kez, parfümüm vişne kokmasın, dudağım pembe pembe, canlı canlı parlamasın. içimde olmayan renkleri üzerimde taşımaya hakkım yoktu. içimde olmayan neşeyi, yüzüme ve giysilerime yansıtmaya hakkım yoktu. en süslü, en bakımlı halim, şu sıralar en yalan olan halim benden akıp gitsin, üzerim yağmur koksun, kalbimdeki sessiz ağlama yağmurla gün yüzüne çıksın istedim. en yalın halimle kendime anlattığım yalanlardan arınmış olarak devam etmek istedim. kendime anlattığım masalın acıyla bitmesi muhtemel sonunu şimdiden göreyim istedim. bütün masallardan, yalanlardan, hayallerden arınıp, gerçeğe kavuşmak istedim.

sabahın beşi, gecenin biri demeden aklımı kurcalayan herşeyle hesaplaşmak istedim. bu sefer Tanrıya sitem etmek değil, mucizelerinden birini benim için gerçekleştirmesi için yalvarmak istedim. şu an da, sabahın o saatinde de olanaksız gördüğüm şeyler için, olanak kapısı aralaması için yalvarmak istedim. kızgınlığım, hırçınlığım kendime değil, ona değil de evrene, cümle aleme. neden zaman kavramı var, neden mekan kavramı var ve neden bazı yerler bu kadar uzakken, bazı insanlar da bir o kadar ulaşılmaz, anlamak istedim. neden artık bu yeri o kadar çok sevmiyorum ama bir dizi bağlılık, köken, sorumluluk ve zorunluluk duygusu yüzünden asla o yere gidemeyeceğimi bilmek istedim. dünya neden bu kadar büyük diye sormak istedim.

neden kendimi kandıramayacak kadar mantıklı düşünmek zorunda olduğumu bilmek istedim. hayalime hapsettiğim bir aşkı gerçekte yaşamanın neden bu kadar zor olduğunu anlamak istedim. kendi gerçeğimden kaçmak, kendi uydurduğum masala inanmak, sığınmak istedim. bedenim buradayken, mantığım buradayken, sol tarafımda bir yerin buraya nasıl bu kadar yabancılaştığını bilmek istedim. durup etrafıma bakmak, olabileceğin en fazlası şeklinde ıslanmak, biraz akıllanmak, gerçeklerden kaçmayı bırakmak istedim. yeryüzü neden bu kadar büyük?

gözümü kapattığımda, yanıbaşımda duran hayallerin, gözümü açtığımda ortadan yok oluvermesine, beni elle tutulur derecede gerçek olanlarla aciz bir biçimde başbaşa bırakmasına isyan ettim. aklına hayran oluverdiğim birini, kendi saçma sıkıntılarımla bu kadar boğduğum için kendime küfrettim. bu kadar korkak olduğum için, bu kadar sorgulayıcı olduğum için, bu kadar çok sinmiş olduğum için kendime küfrettim. Allah'a sığındım, ondan yardım istedim. ilk değil bu aciz ve korkak hissedişim. yıllardır programlamış olduğum şeyleri bugün hakkıyla yerine getiremediğim için, yaradılışı, dünyanın düzenini, hayatın gerçeğini sorgulama cüretini gösterdiğim için af diledim. belki hayalimi halen daha yanıbaşımda, sağ omzumda taşısam da, birgün bu hayattan ayrı bir yerde, en azından onu çok uzaktan görüp gülümseyebileceğim ihtimaline sarıldım. gerçekleri görmek, hayallere son vermek değildi. gerçeği bilerek hayale aldanmaktı. ben bir kez daha kendimi kandırdım. kendi kendimi hayalle gerçeğin arasında, araf'ta bırakarak, yaşayıp o kutsal günü beklemeyi seçtim.

9 Ekim 2011 Pazar

rahatlamaya gittim, sinir hastası oldum geldim!

insanlar genelde alışverişe stres atmak, kafa dağıtmak, rahatlamak için çıkar değil mi? ben de öyle yaptım, gergindim, gidip bir rahatlayayım istedim. ancak, tepki verme konusunda üstün başarı ödülüm olduğundan hele ki insanların en gıcıklarını tespit edip, arıza çıkartma konusunda sayısız madalyam olduğundan, daha da gergin döndüm eve. varan1: minibüsten indik annemle, tam 7 dakika yeşil ışığın yanmasını bekledik, tam yandı geçeceğiz derken sabırsız bir sürücü, arabayı üstümüze doğru sürmeye başladı yavaş yavaş. ama nasıl dellendim, nasıl gözüm döndü anlatamam. durdum "mal mısın, kör mü gözün görmüyor musun yeşil yandığını, geçiş hakkı bizim" diyerek başladım, sonrası az ileride duran trafik ekiplerinden Hüseyin abinin olaya müdahale etmesi... Hüseyin abi geldi, wodka sorun ne abicim falan dedi, anlattım, ruh hastası arabayı yayaların üstüne sürüyo abii.. diyerekten. Hüseyin abiyi tanırım, eskiden var muhabbetimiz, esnaf olduğumuz için zaten pek çok insanı tanırız ister istemez. polisler, vali korumaları, belediyeden encümenler, zabıta amirleri, doktorlar vs. Hüseyin abi adamı net bir şekilde ikaz edip gönderdi, ben de rahat ettim biraz.
varan2: avm'ye girdik, elalemin bit kadar bebelerinin ortada koşturmasından yürünmüyor. yahu altı üstü iki mağaza bir market gezeceğiz çektiğimiz çile. biri gelir ayağına dolanır, biri önünde zıplar, diğeri ayağına basar. anne babalara nefret dolu bakışlarla ifade ettim duygularımı. varan3: watsons tıklım tıklım, tek istediğim yaptığım alışverişin parasını ödeyip çıkabilmek. kasada bekliyorum, önümdekinin işi bitecek ve kız benimle ilgilenecek diye, adamın biri, kasanın hemen önüne koyulan sakızlardan alıp önüme geçmeye çalıştı. "kör müsün abi dedim, biz neciyiz burada" watsonsun sürekli müşterisi olduğumdan ve her ay bütün kişisel bakım ürünlerimi oradan temin ettiğimden bütün personel tanır beni, mağaza müdürleri müdahale etti. adamdan kibarca sıramı almamasını rica ettikten sonra, elimdeki ürünleri alıp bir bir poşetleyip uğurladı. canım ya, tanınmak güzel şey, rahatladım biraz.
varan4: carrefour marketlerinden nefret ederim oldum olası, düzenleri bok gibi ve ayrıca personelleri mal. bugün müşterileri de maldı ayrıca. yahu, ihtiyaçları olmayan ürünlerin bulunduğu reyonlara neden saatlerce bakar insanlar? peki o alışveriş arabalarını insanın üstüne sürmek de neyin nesi? kaç tane insana "salak mısın" der gibi baktım, sayamadım bilmiyorum. onu geçtim, yine kasaya geldik alışveriş bitti, adamın teki arabasını bizimkinin önüne sürmeye çalışıyor. öne geçecek ya çakal. döndüm "sizce burada geçecek kadar yer var mı, incir toplamıyoruz burda sıra bekliyoruz, algılayamadınız mı?" dedim. adam önce afalladı, karısı da "bırak bey deliyle deli olma" dedi. ben de "ben deliysem siz de ya körsünüz ya anlama kıtı" dedim, belaya çatmak istememiş olabilirler, başka kasaya gittiler.
varan5: yine carrefourda, kasiyer kızdan poşet istedim yedek olsun diye iki tane. mübarekler sanki elyaf, pamuk satıyorlar da incecik o poşetler. yırtılıyor, kopuyor. aman allahım, bir surat bir tafra, sanki babasının poşetini gaspettim embesilin. çıktık marketten, kapıda güvenlik duruyordu, bilerek yanında anneme anlatmaya başladım. "sanki babasının poşetini istiyosun, paranla rezillik valla, dedim sana çıkalım zafere migrosa, en azından milletin tafrasını çekmiyosun blablabla" güvenliğin de ilgiyle beni dinlediğini hissettim, otoparka gidecekseniz yardımcı olayım bağyan dedi bana. çıkarken merdivenin birinin bozulmuş olması, adamın küçük kızını kucağına almak yerine merdiveni yürüterek çıkarmasıyla oluşturduğu zaman kaybı, bana yine geliyorlar tabii. bir iki laf ta ona ettim ama, duymadı galiba, çok öndeydi.
varan6: avmnin bahçesinde oturdum, sigara içiyorum. yanımda da 17 yaşlarında ergen bi velet sigara içiyor. görünüşte normal bir çocuk, akıllıya benziyor ama bu mal başladı abuk sesler çıkartarak balgam tükürmeye. döndüm "annen baban sana öğretmedi mi ablacım, burun boğaz temizlemesi insan içinde yapılmaz diye" dedim. tiksindim yahu, amacım 5 dakika oturup sigara içmek, velet midemi bulandırdı. "noldu abla" dedi, "midemi kaldırdın, ayıp be saygısız" dedim. çocuk kalktı gitti.
varan7: burada film kopar zaten. minibüs durağına gittik annemle, elimde benden ağır poşetler, yağmur yağıyor, ıslanmışım, orada duran minibüsü kaçırmamak için hızlı gitmeye uğraşıyorum falan. bizim minibüsün durduğu perona gideceğim tam, başka bir semtin şoförü minibüsü önündekine öyle bir yaklaştırmış ki geçecek yer yok. insanlar homurdana homurdana taa en arkadan dolaşıyor ama ben yüksek sesle homurdandım. "abi yaklaştırsana şu arabayı iyice, bak sanki burdan bi insan geçebilecek gibi duruyor, daya daya iyice... insanlar geçemesin zaten ne gerek var, töbe töbe iki adım geride dursan noolucak, böyle yanaştırınca minibüsçüler odası küçük altın mı takıyo nedir yani?..." şeklinde carlayınca ben adama, bütün durak inledi tabi. herkes sustu bi, ilerde babamın arkadaşı, bizim araçların da kahyası muharrem abi bakıyor bana. hayır, manyak mısın der gibi değil, bilir haklı değilsem carlamam kimseye, ters bir durum olursa, durağı ayağa kaldırmak için. ama insanlar galeyana geldi, isyan çıktı. minibüs şoförü ne yapacağını bilemedi. milleti gaza getirip, bekleyen arabayı kaçırmamak için yürüdük ben önde annem arkada. muharrem abi, kızım ne olaysın sen ne arızasın, helal olsun ama, bir allahın kulu kopartmadı yaygara... şeklinde tepkimi haklı buldu, bindik arabaya.
annem yine tutamadın şu koca çeneni diye bir azar çekti, sonra unuttu. benim gibi değil annem, mülayim kadındır, pislik çıkartmaz. ama ben tek miyim, yanımda destek vericek biri var mı diye bakmam, kopartırım küçük kıyameti. insanlığa karşı öfkem yok ama cahil insana bir de fazla uyanık geçinen insana tahammül edemem. toplum içinde, başkalarını rahatsız etmeden işine gücüne bakan insanla yok benim derdim. ama salaklık yapıp beni rahatsız ederse, uyanık olup hakkımı gasp etmeye çalışırsa, şu 1.58lik boydaki kızdan, adeta bir canavar doğabilir. insanı en çok, zekasına, terbiyesizliğine ve cahilliğine vurgu yaparak sindirebilirsiniz. tecrübe konuşuyor.

8 Ekim 2011 Cumartesi

evlenmek gerek :)


yaşım geldi
annem dedi
onun gibi evlenmek gerek
aman gün almasın,otuzundan
bitane bulunsun aynı babasından
anne benim koşmam gerek
istemiyorum pilav yapmak
sana birde torun gerek
istemiyorum çocuk bakmak
anne ben aşka inanmam
önce aşık olmam gerek
göz yaşlarıyla sulanmam
evlilik benim solmam demek
şimdi benle kimler evlenmek ister?
canım hem yuva kurmak hem de eğlenmek ister
yaşım geldi
annem dedi
onun gibi evlenmek gerek
nil ne olacak
senin bu halin
bir yuvan olmayacak
sadece kendin...
anne benim koşmam gerek
istemiyorum pilav yapmak
sana birde torun gerek
istemiyorum çocuk bakmak
anne ben aşka inanmam
önce aşık olmak gerek
göz yaşlarıyla sulanmam
evlilik benim solmam demek
anne benim uçmam gerek
istemiyorum pilav yapmak
sana birde torun gerek
istemiyorum çocuk bakmak
anne ben aşka inanmam
önce aşık olmak gerek
göz yaşlarıyla sulanmam
evlilik benim solmam demek
şimdi benle kimler evlenmek ister?
canım hem yuva kurmak hem de eğlenmek ister

dinlemek istemeyene okumalık da olsun dedim. evlenmek gerek, evet gerek de nasıl olacak. daha dün gece ananem aradı, evlenmiyor musun daha wodka diyor, millet üzerine vazifeymiş gibi "benim eltimin ablasının bir oğlu var hem yakışıklı, hem akıllı, görücü gelelim..." vıdıvıdılarında, soran yok bacım sen ne istersin diye. ne evlenmesi, ne görücüsü yahu, bu devirde mi? diyesim var gençler. anneme sorarsan, daha erken ama ben bilirim, bana sorarsan 30a kadar yolu var, hatta evde de kalabilirim, no problem! neden mi evlenmekten kaçınmam;
* ben baba evinde mutlu mesut, huzurlu yaşıyorum, kendi paramı kazanıyorum, dilediğim gibi harcıyorum, en büyük sıkıntım o ay kotanın tutmaması, prim alamamak...
* ev işi derdim yok gençler, annem sağolsun, kalk bulaşık yıka gibi cümleler bilmez... tek beklentisi evi dağıtmamam...
* akşam olunca, işten yorgun argın gelip te, bir de kocaya yemek hazırlamak, gece herifin gönlünü yapmak gibi bir derdim yok. akşam işten eve gelince tek derdim yemek yiyip, duş alıp kahve keyfi yapmak. en çok beni üşendiren faaliyet saçımı fönlemek...
* eve gelen misafirle ilgilenmek gibi bir problemim yok, sevmediğim biri geliyorsa o gece kuzenimde kalırım yahut ta başka bir arkadaşta...
* ütü bile yapmıyorum, dolabım her zaman düzenli, annem sağolsun...
* geçim derdi yok, var ama evde herkes ortak olduğundan teğet geçer böyle mevzular...
* elti, görümce, kayınvalide derdi yok, dırdırı yok... sıkıntılı işler bunlar, kafam rahat...
* evli olmadığım için kimse benden torun torba beklentisi içinde değil, en önemlisi her ay reglin biraz gecikmesinde acaba yavruluyor muyum diye bir endişem yok...
* eve geç gelebilirim, hesap vereceğim biri yok, annem dışında tabii, o da bilir zaten yediğim her naneyi...
* haftasonları o maç izlerken yanında sıkıntıdan patlamak zorunda olduğum bir adam yok...
* arkasından dağınıklığını toplamam gereken bir adam yok, dedim ya ev işi de yapmıyorum...
bunlar, bekarlığımı sultanlık olarak gördüğüm başlıca sebepler. evli olsam, sabah işe git, akşam gel yemek yap, ev topla, koca pohpohla, sonra bir ara çocuk doğur, ömrünü çürüt, özgür olama, eve biraz geç gelsen kavga etmek zorunda kal, yemek yap, ütü yap, bulaşık yıka, perde yıka, haftalık olarak düzenli alışverişe git, tüm bunlarla uğraşınca vakit kalmadığı için bütün arkadaşlarınla uzaklaş, gün gelsin dert anlatacağın bir allahın kulunu bulama, kayınvalidenin her şeye karışıp oğluşunu kıskanmasını çek, görümcenin fesatlanmasıyla uğraş, eltinin embesil dedikodularını dinle blablabla...
o yüzden daha yaşım 23ken, gençliğimin bekarlığımın kıymetini bilerek, ancak yıllar sonra olur da denk gelirse evlenmek niyetinde olduğumu evrene bildiririm...
 
↑Yukarı