30 Eylül 2011 Cuma

alkol, bütün kötülüklerin kraliçesidir!

uslu bir kız olamadım. daha doğrusu, tırsak, çekingen, sakin, uyumlu, itaatkar... doğrularıma aykırı gelen şey her neyse, önümden çekilmeli, bizzat ellerimle çekmeliyim. yüze gülüp, arkadan iş çeviren korkaklardan, küçük hesapların peşinde koşan insanlardan da olamadım ne yazık ki. sonucunda, benim olacak şey her neyse, çok büyük, çok ihtişamlı olmalı. mücadelem buna değmeli, benim olduğuna o da mutlu olmalı, olmak zorunda.
hani olur ya, iyilik perisi stayla takılan kızlar, olamadım onlardan. kimseye iyilik yapmak gibi bir derdim yok çok şükür, ancak çok sevdiğim biri için çaba harcamaya zahmet gösteririm. onun dışında, az sevdiğim yahut sevmediğim insanların eceline engel olabilme ihtimalim olsa, olmam olamam. yapım böyle, canım acırsa, kanatırım, ağlatırım. belki ben de çok gözyaşı dökerim ama, bunu bilen, buna tanık olan da yalnızca ben olurum. iki yüzlü kadınlardan olamayacağım hiçbir zaman. içten içe, sinsice planlar yapan, ama görünürde -az daha sıksa kendini kanatları çıkıverecekmiş gibi- melek kesilen kadınlardan nefret ettim oldum olası. her türlü şerri, nefreti hakediyorlar, haketmeliler, yalan mı?
annem hep, insanlardan çok fazla nefret ettiğimi düşünür. halbuki ben insanların tümünden değil, tekerime çomak sokmaya çalışanlardan nefret ediyorum. eğer, bütün insanlar tekerime çomak sokmaya çalışıyorsa, birinci vazifem her birinin tek tek ocağına incir ağacı dikmek olacaktır. seviyorum böyle ata sözlerini, ne güzel demiş atalarımız di mi "ocağa incir ağacı dikmek", "ekmeğine kan doğramak"... aslında, bu takımdaki kimselerin şu sözü aklından çıkarmaması da iyi olabilir, "canına susamak" tabiri caizse eğer, birisi alenen ofsayta düşüyorsa nazarımda, canına susadığının resmidir. hayır hayır, canımı sıkan insanları öldüren bir seri katil değilim elbette, ama ölmeyi bile arzulayacak kadar yakabilirim canını.
tüm bu yetkileri, "çok ta fifi" kanunlarından alıyorum. ha bir de çok tepem attığında, votkaya da danışırım. nedendir bilinmez, votka kanıma işlediğinde, bambaşka bir insan oluyorum. hayır hayır, o ne dediğini bilmeyenlerden değil. susup, arada bir gülüp, bolca düşünüp binbir şeytanlığı huzurumda oylamaya alıyorum. az gül, az sus, az düşün ve karar ver. şeytanın işi yok, sürekli yeni fikirlerle geliyor karşıma, beni baştan çıkartıyor bazen. kötü bir insan değilim, ancak canımı sıkan insanlara karşı acımasızım biraz. hatta fazlaca. bu yüzdendir ki, şeytan da beni hep tepem atık olduğu zamanlarda ziyaret eder. velhasıl, seviyeli bir ilişkimiz var, arkadaş kontenjanından. son olarak, ismim olan wodkayla, kanımın votkaya susamasından destek alarak bir kez daha gurur duyuyorum. alkol, bütün kötülüklerin kraliçesidir.

29 Eylül 2011 Perşembe

aşk pasifloradan hoşlanırmış

of allahım of, ben bu hallerde olacak insan mıydım. az önce, bu hesaba giriş yapmaya çalışırken başka bi hesaba giriş yapmışım, bloğumu bulamadığım için kahroluyordum. hoş bulamasam ne var ki, çok da önemli birşey yok burada da neticede, birkaç damla gözyaşı birkaç kahkaha, onlar hep var zaten omzumda, ne kaybedecektim ki! kimseler sormasın dalgınlığımı, aklımın dağınıklığını. bu sefer, istem dışı, kontrolsüzce olan birşey. elimde değil, elim mahkum bir yerde.
haftalardır, vücudumdaki bazı ağrılardan şikayet edip duruyordum. yakınım olan bi doktor abimi gördüm salı günü, anlattım şikayetlerimi. bana bir ağrı kesici yazdı kağıda, bi tane kas gevşetici ilaç ve bi de sakinleştirmesi için kullanmam gerektiğini söylediği pasiflora şurup. nasıl içmem gerektiğini, herşeyi söyledi. iki gündür kullanıyorum ilaçlarımı, ağrılarımda azalma var ama, iştahım da pek olmadığından ben bu ilaçları genelde biraz bisküvi yedikten sonra içmeye başladım. son günlerde boğazımdan sadece tost ve bisküvi geçer oldu. yiyemiyorum yemek falan.
meğer, strese ve gerginliğe dayalı kas ağrıları mıymış neymiş, öyle birşey söyledi cengiz abi, ondan olmuş bu ağrılar. galiba bu aralar, boşver gitsin dediğim halde boşverememişim bazı şeyleri. yapacak birşey yok, kendim ettim kendim buldum bir yerde. çok ta fifi olamıyormuş bazı şeyler meğer. ama bu ilaçlar, bilhassa da pasiflora neler yaptı bana neler. cengiz abi, günde iki ölçek iç yeter demişti, ben iş saatlerinde sersemleşmiyeyim diye, akşam iş çıkışında iki yemek kaşığı içerek durumu dengelemeye çalışıyorum. ayakta uyusam yine iyi, süper hatta valla bak, ama öyle birşey oluyorum ki, böyle kulak memesi kıvamında, jel gibi lıngır lıngır biri oldum. ahaha likit wodka! bazı arkadaşlar iki gündür likit wodka diyor bana. ya aç olarak içtiğim için ya da bir anda normalden fazla içtiğim için, bilemiyorum.
ağzımdan laf almak çocuk oyuncağı oldu, hatta bazı şeyleri kendim itiraf ediyorum birinin sormasını beklemeden. mesela, uzun zamandır içimde saklı tuttuğum, unutulmaya mahkum ettiğim, çok kesin kararlı olduğum bir aşkı seriverdim gözler önüne. nasıl oldu, nasıl yapabildim bilmiyorum, ama anlatıverdim adama olanı biteni. bilmiyorum şimdi, yine pasiflora bana hakim olduğundan herhalde yine yapardım gibime geliyor. kendimi kontrol edemiyorum, bir tarafımda (pasifloralı bölgede) istem dışı çok farklı şeyler oluyor, bir tarafım da kendisine hakim olmaya çalışıyor. ama olmuyor işte, yine de olamıyor. en azından bu etki ne zaman geçecek, ne zaman hafifleyecek bilmiyorum, tek istediğim kendime biraz hakim olabilmem ve artık istemediğinden emin olduğum o adamı da daha fazla rahatsız etmemem. çünkü her türlü olmayacak, o istese de olamayacak.
insan bazen görmediği, duymadığı birine de aşık olabilirmiş, bunu öğrendim bu sefer. gerçek olduğundan şüphe etmeden hem de! ne cesaret, deli cesareti belki de, dedim ya her türlü olamayacak. ne o bana katlanabilecek ne ben ona. tabi bu varsayımlar, onun da beni hissetmesi halinde olur. o hissetse bile, olmayacak işte, acı vermekten, kanatmaktan başka bir işe yaramayacak. enteresan bir durum, imkansızın da ötesinde olanaksız. uff, yine başladım anlattığım şeyi dağıtmaya. bu aralar, konuşurken ne dediğimi bile bilmiyorum da. çoğu zaman, başka biri konuşuyormuş ta, ben uzaktan izleyici olarak o konuşmaya katılıyormuşum gibi. pasiflora içimde can bulmuş, ruhuma yerleşmiş de beni yönetiyor gibi.
en iyisi en kısa zamanda arayayım cengiz abiyi, söylesin bana ne zaman bitecek bu ilaçlar. normale döneyim, en azından biraz daha iyi olayım. hele bir de kas gevşeticiyle ikisi bir araya gelince, kör kütük sarhoş gibi oluyorum, anlatıyorum ama ne anlatıyorum, hiç bilmiyorum. Allahım ne olursun daha fazla saçmalamama müsade etme, bi yardım yani bu konuda. haftasonu için, arkadaşlarla program yapmıştık ne güzel. alkole ara verdiğim halde, canım votka içmek istiyordu şu sıralar. zaten bayram sonrası için rakı gecesi planlamıştık, bari votka gecesi yapalım dedik. ama cengiz abiye, bi gün içmesem de votka içsem olmaz mı dediğimde, o gözlerini kocaman açıp, deli deli konuşma, içtiğin bitkisel ama yine de alkolle kullanamazsın. sık biraz daha dişini dedi. yani, bu cumartesi votka gecesi yalan oldu. napalım, ben de pasiflora ve kas gevşeticiyi bi arada içip kafa bulmaya çalışırım. bunu sen istedin cengiz abi.
başka da bi aksiyon yok hayatımda. bunu da yazmak istedim bu gece, çünkü içim daralıyor. anlatmaya ihtiyacım varmış galiba, hafifledim sanki. bi de şarkı dinleyelim mi bu postta pasiflora harika uygun bi şarkı olur aslında. deniz sekinin bu şarkıda ne demek istediğini çok net anlıyorum galiba ilk kez. birkaç güne kadar iyileşip dönme umuduyla, hoşçakalın. yani, umuyorum en azından şu pasifloraya ihtiyacım kalmaz, ağrılarım geçer.

25 Eylül 2011 Pazar

ortaya karışık: kurbağa gribi :)

selamlar, sevgiler. öncelikle belirteyim ki benim sigortacıdan yine bi icraat yok, hatta iki gündür ortalarda da yoktu. üzüldüm, tam işte budur olay dediğim anda adam ortadan kayboluyor sonra ce-ee diyerek geri geliyor sonra yine kayboluyor falan. acaba hayat sigortası falan mı yaptırsam. biraz masraflardan kısarsam, mesela abur cubura verdiğim paradan kısarsam hem sağlıklı yaşamış olurum, hem hayat sigortam olur hem de yarimle bi iletişim kurmuş oluruz. şarkılardan fal neyim tutmaya başladım artık, olacak iş değil! her seferinde de teoman çıkıyor şansıma, 487 şarkılık müzik listemde hep bu şarkının denk gelmesi şans mıdır? şanssa, sevdim bu şansı.
onun dışında, ömrümün güzel olan başka bir yanı kalmadı gibi. anlarsınız ya, hayatınızın ne kadar monoton olduğunu farkedersiniz ve birden bire herşey size çok boktan görünür, öyle işte. işler yolunda gibi bu aralar, bir de gizli müşteri muhabbeti çıkmasa iyiydi de, çıktı işte. her ay, gelen her müşteriye bilhassa da kılçık olanlara, acaba bu gizli müşteri mi yavv diye panikle yaklaşacağız. gülümsemekten ağzımız yırtılacak, herifçioğlu ağzımıza sıçsa teşekkür edeceğiz. hayat zor. ve bunun için, patronlar para ödeyecekler ona. yahu biz bu işi beleşe yapabilecek insanlar tanıyoruz. doğuştan kıl onlar.
kafamın içinde dönüp duran soru işaretlerinden de bıktım. yahu, ben öğlen ne yiyeceğimi düşünmemek için her gün tost yiyen insanım, ne kadar çok dert tasa yüklediler bünyeme. s.o.s veriyorum gençler, arıza yaptım resmen. onun dışında da bir haftadır hastayım, hala iyileşemedim. bu da evrenin bana nanik yapma şekli sanırım. avuç avuç ilaç içiyorum ama iyileşemedim. bi arkadaşım, sen daha domuz gribine kuş gribine falan inanma bak, domuz gribi oldun işte dedi bana. bunlar hep amerikanın oyunu boşver dedim sinirlendi. yahu domuz gribi diye birşey var mı? nasıl bir saçmalıktır bu? normal gripten de insanlar ölebiliyor üstelik. ateşi yükselten bütün hastalıklar beyine zarar verip insanları öldürebilir, bu kadar kasmamak lazım.
asıl merak ettiğim mesele, bu senenin trendi olacak moda gribi hangisi. kimsenin aklına birşey gelmiyorsa, kurbağa gribini önerebilirim. insanları da "böyle kurbağa gibi siğil siğil oluyosunuz, yeşile dönüyor renginiz, öksürmüyorsunuz ama hafiftan vraklama ve ciğerlerde hırıltı oluyor" diyerek kekleyebilirler pekala. bizim gezegenin insanı, olmasa bile, verilen bilgiler doğrultusunda kendini hasta olduğuna inanıp belirtileri taşımayı çok kolay başarabilir. ahahahahah, yüzünde siğil çıkartan ve vraklayan insan toplulukları düşündüm bir an, kurbağa prens masalındaki gibi. ama, yakışıklı gençler boyunlarına önceki hallerinden bikaç foto koyabilir, beğendiğimi hemen öpebilirim oracıkta. bana da can borcu olur olleyyyyyy, bi taşla iki kuş.
neyse, fazla mı saçmaladım ne, ama olsun saçmalamak güzeldir, candır, kalptir. zaten doyasıya saçmalayabimek için blogger ve twitter kullanıyorum. şimdi bunlardan birkaçını, wodka enerji olmayan, kendi adımla açtığım feysime yazsam, eş dost sıyırdığımı düşünüp, ellerine bisküvi ve meyve suyu kapan hasta ziyaretine gelir. olmaz demeyin, bizim sülalede herşey olabilir. bir de, sabah uyanmadan önce rüyamda erkek çocuğu gördüm, bebekti. erkek çocuğu iyiymiş, ne dersiniz, hayatım bu sıkıcı halinden kurtulabilecek mi acaba? eğer öyleyse, rüyada erkek bebek görmek candır kalptir. son olarak, hepinizi öptüm, saçmalıklarımı okuyup gülenler ve bu ne diyo bu manyak mı diyenler, cansınız, öpüldünüz, kalpkalp :)

18 Eylül 2011 Pazar

bir dilek tuttum

aaahhhhh, neler oluyor bilmiyorum? uzuuunnnn zamandır göz temasında olduğumuz bir sigortacı var, etrafta boy gösteriyor, arada sırada ortadan kayboluyor birkaç gün görünmüyor, yine geliyor geri sonra. tabi, ben bunu kendini aratması taktiği olarak yorumlamak istiyorum, çünkü aksi takdirde çok üzüleceğim. yani, eğer ki öyle manalı manalı, yumuşak yumuşak bakmaları öylesineyse, harbiden üzülürüm.
adam hoş, tam böyle yolda görüp de bu kadar yakışıklı olması çok can sıkıcı diye düşündürecek cinsten. uzun boylu nerden baksan tahminimce 1.90 falan vardır, bu haksızlık çünkü ben 1.58'im. evet evet, neredeyse adamın yarısı kadar. ama esmerliği, simsiyah saçlarının bir kısmında pırıl pırıl akların olması, gözlerinin mavi-yeşil rengi, bunlar tamamen yıllardır kafamda kurduğum ideal erkek hayaline birebir uyumlu. tahminimce otuzlu yaşlarında, belki otuzlarının başında, burada pek bir sorun yok, ama, bazen öyle geçerken o mavi-yeşil gözleriyle bakıyor öyle tatlı tatlı, sevgilim olsa ne olurdu diyorum kendi kendime, ne olmazdı ki?
bi kere, bu modelde bi adamla sevgili olup ta onu kıskanmamam gibi bi durum söz konusu olamaz, mümkün değil. etrafındaki uzun bacaklı, mini etekli sigortacı kadınlar olduğunu varsayarak deliririm. iş bağlamak için gittiği bir firmada, görüşmeyi yapacağı kişinin otuzlarında, evde kalmış olmanın telaşında ve ne kaparsam kardır zihniyetinde olan bir kız kurusu olduğunu, birazdan benim yarimi hain fantezilerine alet edip, bi güzel kullandıktan sonra "beni mahvettin, benle evlenmek zorundasın hain adam" pozuyla yarimi elimden kapma ihtimaliyle cinnet getiririm. ya sokakta, otobüste, dolmuşta, sinemada, hayatın her anında onun o mavi-yeşil gözlerinden etkilenip de yarime göz değdirecek binlerce kadının varlığı, kahrıma ölürüm.
o kadar kıskancım ki bu konuda, bırak etrafındaki kadınları, iş arkadaşı olan kadınları, lise stajını yapmak için o ofiste çalışacak olan yeni yetme aklı havada stajyeri, kendisini feysbukta bulan ilkokul lise arkadaşlarını kıskanmayı, izlediği dizilerden bile kıskanabilirim. bunları aşamayız işte, asla aşamayız. adam beni gerçekten sevecek bile olsa, uğruma ölecek olsa yok, ben bu ihtimalleri göz önünde tutarak bu adamla birlikte olamam. yanımda olmadığı her anda, acaba ofisteki sekreter ona baktı mı, acaba iş görüşmesi yaptığı kişi kadın mı, acaba şu an başka biriyle mi flörtleşiyor derken sinir krizi geçirip bileklerimi kesebilirim.
hayatımı böyle bir paranoyaya hapsedemem. sürekli aldatılma korkusu taşıyıp, bunu da sevgilime hissettirmeden gizli göz yaşları dökecek kadar güçlü değilim. ufacık bir patlama anında, ağzımdan çıkacak kelimelere hakim olamazsam eğer, belki olmayan şeyler yüzünden bir ilişkinin de yasını tutamam. o yüzden, istemem yan cebime koy der gibi olacak biliyorum ama, hayat ne getirirse. ama dileğimi ben biliyorum, inşallah.

10 Eylül 2011 Cumartesi

çıkmadık candan ümit kesilmez

selamlar, öpücükler. günlerdir yazmadım, sebepler aynı. işlerdeki yoğunluklar, bazı kişisel sorunlar, yorgunluklar kısacası dünyevi mevzular. hayat aynı hızında akıp gitmekte, yaşlanıyoruz di mi? birazdan bugün de bitecek ve ben kendimi daha yaşlanmış hissetmeye devam edeceğim. enteresandır, zaman kavramı diye birşey olmasın istiyorum artık. saatleri, dakikaları saymak boş ve sıradan geliyor. nasıl olsa zaman geçiyor, birşeyler değişiyor. akşamın olduğunu karanlıktan, sabahın olduğunu güneşin doğmasından anlıyoruz madem, neden var o halde saat, dakika, yıl?
tek dert bu değil elbette, ah nasıl anlatsam, aşık olasım var sanki, aşık mı olmak istiyorum nedir bilmiyorum. gördüğü her erkeğe potansiyel koca gözüyle bakan kız kurularından olmaktan korkuyorum sanırım. tamam, vakit erkenken henüz çok geç olmadan, aşık olayım bari diyorum. çok mu şey istiyorum anlamadım ki? uzun zamandır göz teması kurduğumuz biri vardı, sanırım mesleği sigortacılık. ner neyse bunlar dünyevi meseleler, ondan öncelikli şeyler de var elbette, ismini bilmiyorum yahu adamın. bu da önemli değil, esas önemli olan, bu göz teması kurduğum, günlerdir her yerde karşılaştığım adam, bir haftada iki hatunla radarlara yakalandı. gerçi sevgili olduklarını ispat edecek birşey yok ortada, iş arkadaşı da olabilirler ama, yine de bi yıkılma oldu, olmadı desem yalan. tam hayallerimdeki adam bu dediğim anda, hooopp benim manitayı kaptılar. ya evren bana yanlış sinyal gönderiyor, ya da hatlarda karışıklık oldu, anlayamadım.
hep böyle olur ya zaten, bizim beğendiğimiz adamlar hep kapılmıştır, bize de zerzavat reyonundan ıvır zıvır adamlar düşer. allahım, öleceğim kahrıma. bir şehirdeki bütün yakışıklı adamlar kapılmış olur mu, olur. eğer ben o şehirdeysem ve murphy amca da kankamsa, herşey olur. yapacak birşey yok, çıkmayan candan ümidi kesmiyoruz, bekliyoruz, beklemeye devam ediyoruz.
bunlar dışında pek bir değişiklik yok hayatımda. hoş bu da pek değişiklik sayılmaz ya, bu benim rutin hüsranım oldu çıktı. şu sıralar kafamı takacağım derecede ciddi meselelerim de kalmadı. hayat boş beleş devam etmekte anlayacağınız. hiçbir işe yarar icraatte bulunmadan günleri tüketip duruyorum. belki de bu yüzden zaman kavramı kalksın istiyorum. işe yaramaz günler için attığım çentikler çoğaldı, sinirimi bozuyor.
 
↑Yukarı